20 Ekim 2008 Pazartesi

Adam Smith’i nasıl bilirsiniz?

Adam Smith’i nasıl bilirsiniz?
Adam Smith’i nasıl bilirsiniz? - AÇIK GÖRÜŞ

*Pratt Enstitüsü Sosyal Bilimler ve Kültürel Çalışmalar Öğretim Üyesi KUMRU TOKTAMIŞ* kumru@optonline.net

URL: http://www.stargazete.com/acikgorus/adam-smith-i-nasil-bilirsiniz-138915.htm Tarih:
20 Ekim 2008 Pazartesi, 01:46

‘Bırakınız yapsınlar’ sloganı ile piyasada boy gösteren tüccar ve işadamlarını, kaprisli hükümdarların lüks ve iktidar hırsından kurtarmaya çalışan liberal dünya görüşü, nasıl olduysa oldu, ‘kár için her şey mubahtır’ aç gözlülüğünün meşruiyeti haline geldi. Oysa Marx’tan önce, emeğin mülkiyetin temeli olduğunu kabul eden Adam Smith için ‘rekabet ve kár için işten adam çıkartmak’ gibi yaklaşımlar toplumsal düzen ve dengeyi bozacağı için kabul edilemez bir durumdur.

ADAM Smith, tıpkı farklı bir kutuptaki iktisadi görüşlerin ve toplumsal projelerin babası Karl Marx gibi, eserlerinden bihaber kalabalıklar tarafından ağızda sakız edilerek modern çağlara damgasını vurmuş bir düşünür. Yüzyıllardır adına ‘serbest piyasa ekonomisi’ denilen bir dizi ahlak dışı hırs ve açgözlülüğü, İskoçyalı Adam Smith gibi ‘doğal’ ve ‘ahlaki’ olan bir iktisat politikası arayışı içerisindeki bir felsefeciye atfediyor olmak ise modern çağlara özgü iman etme biçimlerinden biri olsa gerek.

Bugün ABD’de patlayan ve tüm dünyaya yayılmaması için hiç bir belirtinin henüz ufukta gözükmediği kriz, ister istemez, yirminci yüzyılın son çeyreğine şekil veren keyfi (ve sahtekar) Adam Smith okumalarını akla getiriyor. ‘Bırakınız yapsınlar’ (laissez-faire) sloganı ile, piyasada faaliyet gösteren tüccar ve işadamlarını, kaprisli hükümdarların lüks ve iktidar hırsından kurtarmaya çalışan liberal dünya görüşü, nasıl olduysa oldu, iki yüzyıl içerisinde ‘kár için her şey mubahtır’ aç gözlülüğünün meşruiyeti haline geldi.

Sadece, ‘Ulusların Serveti’ değil, 17. yüzyılın ortalarından itibaren pek çok Avrupalı iktisat politikacısına esin kaynağı olan ‘bırakınız yapsınlar’ yani ‘laissez-faire’ anlayışı, kaynağı ve özü itibari ile düzen ve denge arayışıdır.

Toplumsal denge bozulursa

Hal böyle iken, bu anlayışla hareket ettiklerini iddia eden pazar ve politika unsurlarının pratikte namütenahi toplumsal eşitsizliğe ve dengesizliğe yol açmış olduğunu son iki yüz yılın bütün istatistikleri göstermektedir.

Evet, doğrudur. Kaprisli hükümdarların talepleri yerine piyasadaki taleplere göre üretim ve ticaret yapılması ile servet hiç olmadığı kadar artmış, ancak bu servetin eşitsiz dağılımı ulusların kendi içinde ve uluslararası olmadık kanlı çatışmalara ve savaşlara yol açmıştır. Üstelik hükümdar kaprislerinden kurtulan piyasa, ne hiç bir zaman tam anlamıyla ‘serbest’ yani devletten bağımsız, ne de Adam Smith’in etik toplumsal dayanışmalara bağlı olarak öngördüğü gibi ‘kendi kendisini denetler ve düzenler’ olmuştur. On dokuzuncu yüzyıldan beri, ‘serbest’ piyasanın ‘serbest’ olmayı kafaya koymuş unsurları her daim devletin uçsuz bucaksız kaynakları tarafından kurtarılacaklarının güveni ile riskli yatırımlara yelken açmışlar, üstelik bu tür risklerin, Adam Smith’in gözü gibi sakındığı toplumsal dengeleri nasıl zedeleyebildiğine aldırmamayı bir karşı-ahlak haline getirmişlerdir.

‘Mülkün temeli emektir’

Serbest piyasa, ‘ne pahasına olursa olsun’ serbestlik anlamına gelmez: Zaten, ‘laissez-faire’ anlayışının kaynağında ‘küçük devlet, küçülmüş devlet’ gibi sonradan uydurulmuş bir kavram da yoktur. Adam Smith’in eserinin beşinci cildinin tamamı ‘devletin görevleri’ ve bu görevleri yerine getirebilmesi için gereken gelirler üstünedir. Buna göre, siyasi erk, askeri savunma ve ülkenin her ferdi için geçerli bir adalet düzenini idame ettirmenin yanı sıra, kár amaçlı olmayan kamu hizmetlerini de sağlamakla yükümlüdür. Bu kamu hizmetleri, ticareti kolaylaştıran tüm kurumlarla beraber, halkın ve gençlerin eğitim ve öğretimi ile yoksullara yardımı da içerir.

Bütün bu kamu görevlerinin ne anlamlara gelebileceğini karsılaştırmalı olarak detaylandıran Smith, hiç bir yerde ‘ne yapın edin de, askerlik, eğitim, yoksullara yardım gibi kamu hizmetlerini kazanç kapısı haline getirin’ demez.

Çünkü ‘laissez-faire’ veya serbest piyasa ekonomisinin öncü düşünürleri için ‘ne metotla olursa olsun, kár etmenin yolunu bulun’ veya ‘kár için her yol mubahtır’ gibi bir anlayış öncelikle ahlaki bir çöküşe işaret eder. Özellikle, Marx’tan çok daha önce emeğin, mülkiyetin temeli olduğunu kabul eden Adam Smith için, bugün yaygın olarak kullanılan ‘rekabet uğruna, kárı artırmak için işten adam çıkartmak’ gibi yaklaşımlar toplumsal düzen ve dengeleri bozacağı için kabul edilemez bir yaklaşımdır.

Wu-Wei: Ahenk ve refah

Siyasi iktisatta, bir yandan hükümdarların kaprislerine gem vurup ticareti serbestleştirmek öte yandan da toplumsal düzen ve dengeleri kollamak, Avrupa düşünce tarihine oldukça geç olarak 17. yüzyıl ortalarında ulaşmıştır.

Adam Smith tarafından formüle edilene kadar, özellikle Hollandalı ve Fransız düşünürlerin geliştirdikleri ‘bırakınız yapsınlar’ dünya görüşünün esas kaynağı ise Çin ve Konfüçyüs düşüncesindeki WuWei anlayışıdır. (Serbest piyasa, serbest teşebbüs anlayışının bir başka entelektüel esin kaynağı ise ticaretin, birbirleri ile barış içerisinde yaşayan insanların özgürce yapabildikleri bir faaliyet olması gerektiğini 4. yüzyılda söyleyen ve yine toplumsal rekabet değil, toplumsal dayanışma ahlakını öne süren Antakya doğumlu, İstanbul’dan İznik’e sürülmüş öğretmen Libanius’un görüşlerinin, yine aynı dönemde yeniden gözden geçirilmesi olmuştur.)

‘Laissez faire’ başkaldırıydı

Tao’cu bireysel, toplumsal ve evrensel uyum felsefesinin bir parçası olan Wu-Wei, kendisinden ‘Avrupa’nın Konfüçyüs’ü’ olarak söz edilen 18 yüzyıl Fransız tıp doktoru Francois Quesnay ve çevresindeki fizyokratlar tarafından ‘laissez-faire’ olarak formüle edilmiştir. Bu dönemde, Hollanda, Fransa ve İsviçre’deki pek çok Aydınlanma düşünürü, özellikle Çin’e seyahat eden misyoner papazlardan öğrendikleri seküler dünya görüşlerinden etkilenmişler, Hıristiyan hurafelerden ve kilise denetimden kurtulması gerektiğine inandıkları yeni Avrupa’nın bu tür bir dine dayalı olmayan ve akıl yolu ile ulaşılan bir düşünce sistemi ile şekillenmesi gerektiğini dile getirmişlerdir.

‘Eyleyen eylemsizlik’

Çin’den gelen her kumaş parçasında, her porselen tabakta Çin toplumunun nasıl uyum ve huzur içerisinde yasadığını gösteren emareler bulmuşlar ve bütün bunları yaratmış olan servet ve refah ortamına büyük bir hayranlık duymuşlardır. Bu hayranlık, yüzyıllar boyunca Hıristiyanlığın, iç savaşlar yüzünden geri kalmış olan Avrupa tarım ve ticaretinin, seküler bir dünya görüşü olan Konfüçyüs düşüncesinden esinlenen aydınlar tarafından yeniden gözden geçirilmesine yol açmıştır.

İşte, bugün tanınmaz hale gelmiş olsa bile yine de günümüz dünyasına şekil veren laissez-faire, ‘bırakınız yapsınlar’ inanç sistemi ikiyüz elli yıl önce, bir başkaldırı biçimi olarak kurulmuştur. Laissez-faire diye tercüme ettikleri Wu-Wei aslında bir hükmetme, hükümdar olma biçimidir. ‘Eyleyen eylemsizlik’ sanatı olarak da anlaşılabilecek olan Wu Wei, Çin hükümdarlarının refah ve uyum sağlayan başarılı tarım politikalarına yön verdiğini gözlemleyen Avrupalı misyoner ve düşünürler, Çinli köylülerin Avrupalı serflerden çok daha üretken olmalarını içinde yaşadıkları bu ‘doğal’ özgürlük ortamı ile açıklamışlardır.

Buna göre, iyi bir hükümdar, üreticileri ‘doğal’ hallerine bıraktığı takdirde, üretimin yükselmesini, refahın artmasını ve servetin büyümesini sağlar.

Bu ‘doğal’ üretim sürecinin kendi haline bırakılması, hükümdar tarafından denetlenmemesi, üreticilerin hükümdardan emir alarak değil de, kendi akıllarına göre karar vermeleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan zenginlik18. yüzyıl Avrupa aydınları için sadece iktisadi anlamda değil, bütün bir Aydınlanma projesinde belki de en önemli esin kaynağı olmuştur.

Avrupa’da yüzyıllar boyunca sürmüş olan Çin ve Doğu hayranlığını, bu Wu-Wei anlayışı ile sonunda açıklamayı beceren düşünürler için ‘bırakınız yapsınlar’ yani ‘laissez-faire’, kaba kuvvet ve boş inanca karşı etik bir ‘doğal düzen’ anlamına gelmektedir.

Avrupa’nın Konfüçyüs’ü

Adam Smith üzerindeki etkileri tartışmasız olan ve Avrupa’nın Konfüçyüs’ü Quesney’e göre ‘iyi bir hükümdar, müdahale etmeyen ve olayları doğal akışına bırakabilen hükümdardır.’

İşte bu nedenle, ticareti denetim altına alan devlet, ‘doğal’ işleyişin önüne geçtiği için servetin büyümesinin önündeki en büyük engeldir, diyen Konfüçyüs düşüncesi çerçevesinde, tarıma dayalı bir iktisat politikası olan Wu-Wei, Adam Smith’den sonra tüm üretim biçimlerine yönelik bir dünya görüşü olarak tarihte yerini alır. İngiltere’den, Hollanda’dan ve Baltık kıyılarından başlayarak Avrupa’da yükselen sanayi ortamının kár amaçlı olarak yeniden düzenlenmesinde böylesi seküler bir dünya görüşü esin kaynağı olmuştur.

Bu esin kaynağının kökeninde ise, Aydınlanma düşünürlerinin son derece farkında oldukları ahenk, huzur ve refah kaygıları vardır. Adam Smith, ‘serbest pazar ekonomisi’nin nasıl kurgulanması gerektiğini dile getirirken, bu iktisat politikasının ne tür eşitsizlikler ve çatışmalar yaratabileceğini üç aşağı beş yukarı kestirebilmektedir.

Evet, mülkiyetin kaynağında emek vardır, ama mülk sahibi olmak ‘doğal’ bir kaçınılmazlıktır Smith’e göre. Mülk sahipleri tabii ki mümkün olduğu kadar az ücret vermek isteyeceklerdir çalışanlara ama bunu yaparken göz önüne almaları gereken bir dizi kriter sıralar Adam Smith.

Aç gözlülük norm oldu

Olabilecek en düşük ücreti vermeye kalkmak bütün ahenk, huzur ve refah dengesini bozacaktır. Aslında son derece etik kaygılarla yola çıkan Adam Smith, serbest piyasanın serbest unsurlarının bu tür kaygıları ‘doğal’ olarak göz önüne alacaklarını var sayarak, en büyük hatasını yapmıştır. Açların nasıl doyurulması gerektiği üstüne düşünürken, aç gözlülüğün bir norm haline gelebileceğini kestirememiş olmak serbest teşebbüs iktisadının babasının kendi içindeki en büyük açmazıdır. (Bir diğer açmaz ise olan mülkiyetin doğallaştırılmasını ise Marx sorgular.)

Ahenk ve huzura dayalı bir dünya görüşünden yola çıkan Wu-Wei, Aydınlanma düşünürlerinin dilinde liberal ve seküler bir ahlak anlayışı olarak ‘laissez-faire’e dönüşmüş, ancak ikiyüz yıllık azgın pratiğinde, tüm dünyada ‘kár için her şey mubahtır’ saltanatını kuran bir iman etme biçimi haline gelmiştir. Günümüzde, ABD başta olmak üzere ‘serbest’ oldukları iddia edilen ‘piyasa ekonomileri’ özgür bir ahlak anlayışından çok, şımarık bir çocukluk hastalığı şeklinde, başı sıkıştı mı devletin kaynaklarını sifonlayabileceğinden emin unsurlardan oluşmaktadır.

Oysa, Amerikan rüyası denilen, her aileye bahçe içinde ev, kapıda iki araba, evde 2-3 çocuk vaad eden düzen, serbest piyasa ekonomisinin değil, devletin 1929 krizi sonrasında doğrudan ekonomiye müdahalesiyle verilen krediler ve tüketicinin alım gücünü yükselten programların sonucudur.

Kapitalist cehalet...

Türlü çeşitli işadamlarına destek kredileri ve sübvansiyonları vermeye devam ettiği halde tüketicinin alım gücünü yükselten programları 1980’lerde başlayarak ortadan kaldıran Amerikan hükümetleri, tüketicinin eline tutuşturulan kredi kartları ile başlayan, giderek ekonomi büyüsün diye düşük kaliteli emlak kredileri vererek bugün patlama noktasına gelen dünya çapındaki hayali pazarlar kurulmasını ellerini ovuşturarak seyretmiştir.

Tüketiciyi, ücretliyi kollamayan bu seyirci kalma haliyle, Wu-Wei yani ‘eyleyen eylemsizlik’ arasında ise bir insanlık boyu fark vardır çünkü ‘kár için her şey mubahtır’ anlayışı, ahenk ve refahtan esinlenerek yola çıkmış olan Adam Smith’den bile çok gerilere doğru atılmış bir adımdır.

Adam Smith’in esin kaynağı, Quesnay öldükten sonra bir öğrencisi onun hakkında şunları yazar: ‘Kendini, insanın cennetten getirdiği, ancak cehalet ve hırs yüzünden kaybettiği doğasının ilk ışığını yeniden kurmaya hedefleyen Konfüçyüs öğretisine adamıştı.’

Adam Smith, serbest piyasa ekonomisinin köşe taşlarını kurduğu kitabının hiç bir satırında, düşük ücretlerle ve hayali pazarlarla, ahenk, huzur, refah denge, düzen ve servet yaratılabileceğinden söz etmez. Serbest piyasaya dayalı iktisat anlayışında, bütün risklerin kamuya yüklenip, bütün kárların özel teşebbüse aktarılmasını da ön görmez Adam Smith. Peki, nedir o zaman 200 yıldır dünya kapitalizminin iktisat politikasına şekil veren dünya görüşü? Sadece cehalet ve hırs mı?

*Pratt Enstitüsü Sosyal Bilimler ve Kültürel Çalışmalar Öğretim Üyesi KUMRU TOKTAMIŞ* kumru@optonline.net

URL: http://www.stargazete.com/acikgorus/adam-smith-i-nasil-bilirsiniz-138915.htm Tarih:
20 Ekim 2008 Pazartesi, 01:46

17 Nisan 2008 Perşembe

İktisadi Gelişmede Rekabet, Devlet ve Ekonomik Büyüme Politiği

İktisadi Gelişmede Rekabet, Devlet ve Ekonomik Büyüme Politiği
Dr. Hakkı ÇİFTÇİ
Çukurova Üniversitesi İİBF İktisat

ÖZET:

Bu çalışmada iktisadi büyümede rekabet ve devlet tartışılmaya çalışılmıştır. Çalışma, dünya çıktı düzeyi ve ticaretindeki gelişmeler, devletin ekonomideki rolü, bölgesel ekonomik entegrasyonların etkileri ve bunlardaki reform çabaları ile ilgili gelişmelerle ilgili araştırmaların gözden geçirilmesiyle başlamaktadır. Bu bölüm dünya ekonomisindeki gelişmeleri ve yeni trendleri ortaya koymaktadır. İktisadi gelişmede rekabet ve devletin hala açıklanamamış önemi bulunmaktadır. Bu tematik öğeyi açıklayan ülkelerle bu tematik öğeye uygun donanımlara sahip olmayan ülkeler küreselleşmeden farklı biçimde etkilenmiş ve ülkeler arasındaki mesafe açılmıştır. Küresel ortak sorunlar artmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin dışa açılmayla küreselleşmeyi kendi lehlerine çevirmelerinin olanaksızlığı anlaşılmaya başlanmıştır. Teknoloji getiren yabancı sermayeyi ucuz işgücü avantajı ve teşvik politikasıyla ülkeye getirmenin çok kolay olmadığı anlaşılmıştır. Dolayısıyla, bu ülkelerin hem ileri teknolojilere yönelik adımlar atarak sanayilerini yeniden yapılandırmaları, hem de her düzeydeki rekabet üstünlüğünü sağlamaya yönelik rekabet stratejilerini iyi düzenlemeleri gerekmektedir. Bu düzenlemelere devletin yeniden yapılandırılması, yerel kalkınma çabalarının güçlendirilmesi de dahildir. Bu çerçevede, büyüme ve rekabet stratejileri çok yönlü bağlantıları dikkate alarak oluşturulmalıdır. Bu araştırmanın temel amacı bu çok yönlü bağlantıları ortaya koymaya çalışmaktır. Literatür taramasıyla, çalışmada geniş yer verilmiş olan ekonomi, rekabet ve devlet konularında özet bilgi verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Rekabet, Devlet, İleri Teknolojiler, İktisadi Gelişme, Rekabet Stratejileri

(Bu makalede özellikle 26.-39. sayfalar arası bilgiler Politik İktisat dersi ile ilgili olarak değerlendirilebilir. )
Makalenin tamamı için tıklayınız...

DEVLETİN BAŞARISIZLIĞININ ANATOMİSİ

DEVLETİN BAŞARISIZLIĞININ ANATOMİSİ
Coşkun Can Aktan


I. GİRİŞ

Geleneksel iktisat teorisinde uzun yıllar neo-klasik ve Keynezyen iktisat­çıların katkılarıyla geliştirilen “piyasa başarısızlığı teorisi” (market failure theory) geçerliliğini korumuştur. Piyasa başarısızlığını ortaya çıkaran ne­denlerden hareketle özellikle Keynezyen iktisatçılar, devletin ekonomiye müdahale ederek ekonomik dengeyi sağlamasını ve piyasanın yarattığı olumsuz sonuçları ortadan kaldırmasını önermişlerdir. Ancak ne var ki, 1950’li yılların başların­dan 1970’li yılların sonlarına değin devletin ekonomideki rolünün ve fonksi­yonlarının genişlemesi ve devlet müdahalelerinin artması bu defa ekonomide yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aşırı büyüyen devletin ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlardan hareketle iktisatçılar piyasa başarısız­lığına alternatif bir yeni teori geliştirmişlerdir. Kamu tercihi iktisatçılarının öncülüğünde geliştirilen bu teori “devletin başarısızlığı teorisi” (governmental failure theory) olarak adlandırılmaktadır.
Bu çalışmada öncelikle piyasa başarısızlığı teorisi hakkında özet açıklamalar yapıldıktan sonra devletin başarısızlığı teorisi incelenecektir.

II. PİYASA BAŞARISIZLIĞI
Neo-klasik iktisatçılara ya da teorik refah iktisatçılarına göre piyasa eko­nomisi başlıca aşağıdaki nedenlerden dolayı başarısızlığa uğramaktadır:
- Piyasa ekonomisinde tam rekabet geçerli olmadığından piyasa eko­nomisi başarısızlığa uğramaktadır. Devletin rekabeti geliştirmesi ve destek­lemesi, aksak rekabet piyasalarını düzenlemesi için rekabet hukuku oluştur­ması gereklidir.
- Piyasa ekonomisi bazı kamusal mal ve hizmetleri üretememekte, bazı mal ve hizmetleri ise yeterli ölçüde ve istenilen şekilde arz edememek­tedir. Örneğin, devletin tam kamusal malları (savunma hizmeti örnek olarak verilebilir) arz etmesi mümkün değildir. Yarı kamusal malları ise dışsal eko­nomiler özelliği dolayısıyla piyasa ekonomisi toplumda herkese sunmakta başarısız olmaktadır. Eğitim ve sağlık yarı-kamusal mal ve hizmetlere örnek teşkil etmektedir. Özetle, piyasa ekonomisinde “kar” esas olduğundan, karın olmadığı alanlarda piyasa ekonomisi üretim yapmayabilir. Bu nedenle devle­tin ekonomiye müdahale etmesi ve kamusal mal ve hizmetleri üretmesi ge­rekir.
- Ölçek ekonomilerin sözkonusu olduğu enerji, ulaştırma ve haber­leşme sektörlerinde piyasa ekonomisi yeterli sermayeye sahip olmadığından bu hizmetleri arz etmekte başarısızlığa uğrayabilir. Yeterli sermayeye sahip olan piyasa ekonomisi üretici birimlerinin piyasada tekel olmaları muhtemel­dir. Dolayısıyla bu belirtilen alanlarda devletin faaliyette bulunması ve piyasa ekonomisinin yetersizliğini telafi etmesi gerekir.
Neo-klasik iktisatçıların devlete atfettikleri görev daha sonra Keynezyen iktisatçılar tarafından daha da genişlemiştir. Keynezyen iktisatçılara göre ise piyasa ekonomisi başlıca aşağıdaki nedenlerden dolayı başarısızlığa uğra­maktadır:
- Ekonomide kaynakların dağılımında etkinsizlik sözkonusudur. Pi­yasa ekonomisinin bu sorunu kendi başına çözmesi beklenemez.
- Gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağ­lanmasında piyasa ekonomisi çeşitli nedenlerle (sermaye birikiminin yeter­sizliği, risk ve belirsizlik faktörleri vb.) başarısızlığa uğrayabilir. Bu bakımdan ekonomik büyüme ve kalkınmanın devlet tarafından sağlanması gerekir.
- Piyasada gelir ve servet dağılımı adil olmayabilir. Gelir ve servet da­ğılımında adaletin sağlanması ancak devlet müdahalesiyle çözümlenebilir.
- Ekonomide ortaya çıkan istikrarsızlıklar (fiyat istikrarının bozulması, eksik istihdam v.s.) piyasa ekonomisinde kendiliğinden otomatik olarak çö­zümlenemez. Devletin enflasyon, işsizlik vb. ekonomik istikrarsızlıklarla mü­cadele etmesi gerekir.
- Ödemeler bilançosunda ortaya çıkan dengesizlikler de piyasa eko­nomisinde otomatik olarak çözümlenemez. Bu soruna karşılık devletin çeşitli kamu politikası araçları ile ekonomiye müdahalesi gerekir.
Özetle, gerek neo-klasik iktisatçılar, gerekse Keynezyen iktisatçılar pi­yasa başarısızlığı üzerinde durarak, devlet müdahalesini ve düzenlemelerini gerekli görmüşlerdir. Önemle belirtelim ki geleneksel iktisat teorisinde devlet hep ekonomiyi “düzeltici”, “iyileştirici”, “sorunları çözücü” bir kurum olarak algılanmış ve bu yüzden devlet müdahaleleri savunulmuştur.

III. DEVLETİN BAŞARISIZLIĞI
Kamu tercihi iktisatçılarının geliştirdikleri “devletin başarısızlığı teorisi” (governmental failure theory), aynı zamanda “piyasa dışı başarısızlık” (non-market failure) teorisi olarak da adlandırılmaktadır. Devletin başarısızlığı teorisi, özetle devletin ekonomiye yaptığı düzenleme ve müdahalelerin olumsuz sonuçlarını ortaya koymaktadır. Bir başka ifadeyle bu teori içeri­sinde devletin görev ve fonksiyonlarının aşırı büyümesi ve devleti yönetenle­rin güç ve yetkilerinin sınırsız olması neticesinde devletin kendisinden bekle­nilenleri yerine getirmede başarısızlığa uğrayacağı belirtilmektedir. Kamu tercihi iktisatçılarına göre nasıl ki piyasa ekonomisinin başarısızlığı sözkonusuysa, kamu ekonomisi de çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğrayabi­lir. Dolayısıyla devletin ekonomiye müdahalelerini savunurken bu başarısız­lıkları gözden kaçırmamak gerekir.

IV. DEVLETİN BAŞARISIZ OLMASINA YOL AÇAN NEDENLER
Son yıllarda üzerinde önemli çalışmalar yapılan devletin başarısızlığı teorisi ile ilgili olarak özet açıklamalar ile mev­cut literatürden yararlanılarak hazırlanan devletin başarısızlığına yol açan faktörler aşağıda özetlenmektedir: (Bkz. Wolf, 1979; Sirkin, 1975; Peacock, 1980).
-Politikada Tam Rekabetin Geçerli Olmaması
Piyasa ekonomisinde tam rekabet şartları olmadığı gibi politikada da tam rekabet şartları geçerli değildir. Örneğin, seçim rekabetinin olmadığı bir siya­sal sistem sözkonusu olabilir. Plüralist demokrasinin geçerli olmadığı otokratik rejimlerde sonuç itibariyle toplumsal tercihlere dayalı olmayan ka­musal mal ve hizmetler üretilir.
Seçim rekabetinin kısmen geçerli olduğu plüralist (çoğulcu) demokrasi­lerde ise başlıca aşağıdaki nedenlerden ötürü devlet başarısızlığı sözkonusu olabilir:
· Politik düşüncede hürriyetin olmaması ve bazı düşüncelerin politik süreçte temsil edilememesi ve/veya faaliyetlerinin yasaklanması,
· Seçmenlerin politika hakkında bilgisiz olmaları, bir başka ifadeyle tam enformasyona sahip olmamaları ve dolayısıyla oylama mekanizmasında doğru tercihte bulunmamaları, (siyasal bilgisizlik)
· Seçmenlerin bilgi edinme maliyetlerinin yüksek olması dolayısıyla politikayla ilgilenmemeleri,
· Seçmenlerin genel olarak politikaya ilgi duymamaları (siyasal ilgisiz­lik),
· Seçmenlerin bilinçli devlet politikalarıyla politikadan uzaklaştırılmaları (depolitizasyon),
· Seçmenlerin siyasal süreçte şeffaflık yerine, gizlilik ve örtbasın ge­çerli olması sonucunda ekonomide olan-bitenden haberdar edilmemeleri,
· Seçmenlerin yalan-dolan ile kandırılmaları ve/veya propaganda ile yanlış yönlendirilmeleri,
· Seçmenlerin kamusal hizmetlerle ilgili olarak karışık bilgiler sunul­ması ve aşırı bilgi yükleme (overload information) neticesinde siyasal karar ve uygulamalardan bilinçli olarak uzaklaştırılmaları.
-Politik Miyopluk
Devletin başarısızlığına neden olan faktörlerden birisi de kamu tercihi lite­ratüründe “politik miyopluk” (political myopia) veya “uzağı görememe etkisi” (shortsightedness effect) olarak adlandırılmaktadır. Kamu ekonomisinde alınan karar ve yapılan uygulamalarda kısa vadeli düşünme alışkanlığı ge­çerlidir. Siyasal iktidarlara göre genellikle “en iyi politikalar seçimi kazandıra­cak politikalardır.” Bu açıdan bakıldığında, siyasal iktidarlar için uzun dö­nemde ekonomiye büyük katkıları olabilecek yatırım projelerinin uygulan­ması yerine, kısa dönemde seçmenlere direkt fayda sağlayabilecek projeler uygulanması daha rasyonel görünmektedir. Örneğin, belediye hizmetlerinde yeraltına yapılacak yatırımlar (kanalizasyon hizmetleri v.s.) yerine yerüstü yatırımlarının yapılması (park, bahçe düzenlemesi v.s.) belediye başkanının yeniden seçilebilme şansını artırabilir. Bu "gözboyama yöntemi” ile belediye başkanı oylarını artırmaya çalışabilir.
-Politik Dışsal Ekonomiler
Piyasa ekonomisini başarısızlığa uğratan nedenlerden birisi literatürde politik dışsal ekonomiler (political external economies) olarak bilinmektedir. Devletin başarısızlığında da dışsal ekonomiler geçerli olabilir. Politik dışsal ekonomiler olarak adlandırılan dışsallıklara başlıca şu örnekler verilebilir:
Politikada patronaj ilişkileri politik dışsal ekonomilere bir örnektir. Siyasal iktidar (patron) kendi parti üyelerini (client) genellikle kollamak ve gözetmek eğilimindedir. “kollamacı siyaset” (clientelistic politics) adı verilen bu patronaj ilişkileri sonucunda ekonomide kaynakların siyasal iktidarlar tarafından politik yandaşlarına ve partizan gruplara dağıtılması sözkonusudur.
Devleti başarısızlığa uğratan politik dışsal ekonomilerin bir türü de “türe­v dışsallıklar” (derived externalities) olarak adlandırılmaktadır. Türemiş dışsal ekonomiler, önceden tahminlenemeyen dışsal etkiler olarak tanımla­nabilir. Örneğin, piyasa başarısızlığını düzeltmeye yönelik devlet müdaha­lesi, kamu politikasının etkilemek istediği alanın dışında beklenmeyen yan etkiler meydana getirebilir. Örneğin, serbest döviz piyasası rejiminde ya­bancı para birimine aşırı talep olması durumunda yerli paranın giderek değer kaybetmesini engellemek için hükümet piyasaya müdahale edebilir. Hükü­metin yerli para birimine yüksek faiz sağlaması sonuçta devletin faiz yükünü artırır. Bu sonuç itibariyle türemiş bir dışsal etkidir ve partizanlara bir politik dışsal ekonomi sağlamaktadır.
Önemle belirtelim ki politik dışsal ekonomilerin en yaygın olanı rant ya­ratma (rent creation) ve rant dağıtma (rent allocation) olarak bilinmektedir. Kısaca, politikada çeşitli kesimlere sağlanan rantlar, politik dışsal ekonomile­rin yaygın bir uygulamasıdır. Politika, esasen bir rant oluşturma ve dağıtım merkezi haline kolaylıkla dönüştürülebilir. Politikada yönetenler; kendilerine, akrabalarına, eş-dostlarına, partilerine rant yaratmaya çalışırlarken, çıkar ve baskı grupları da rant kollama (rent seeking) gayreti içerisindedirler. Özetle, rant yaratma, rant dağıtma ve rant kollama gayretleri devletin başarısızlığı­nın göstergesidir.
-Politik Negatif Ölçek Ekonomileri
Piyasa ekonomisinde olduğu gibi kamu ekonomisinde de negatif içsel ekonomiler (negatif ölçek ekonomileri) sözkonusu olabilmektedir. Negatif ölçek ekonomileri önceki açıklamalarımızda belirttiğimiz üzere herhangi bir firmada aşırı büyümenin yarattığı olumsuz sonuçlardır. Kamu kurum ve ku­ruluşlarında da aşırı büyümenin ya da geniş ölçekte üretimde bulunmanın ortaya çıkardığı maliyetler (israf, hırsızlık, yağmacılık v.s.) sözkonusudur. Özellikle enerji, ulaştırma ve haberleşme sektörlerinde politik negatif ölçek ekonomileri yaygındır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde devletin sahip ol­duğu dev KİT’lerin zarar etmelerinin nedeni açıkça politik negatif ölçek eko­nomileridir.
-Politikada Kaynakların Dağılımının “Hizmet Kayırmacılığı” ile Bozulması
Bilindiği üzere piyasa başarısızlığının nedenlerinden birisi ekonomide kaynakların dağılımının dengesiz olmasıdır. Kaynakların bir ülkede coğrafi ve sektörel açıdan dağılımı dengeli olmayabilir. Örneğin, iklim şartları ve ulaşım imkanları dolayısıyla ekonomide üretim faktörlerinin belirli bir coğrafi alanda yoğunlaşması sözkonusu olabilir. Bu durumda genellikle devletin ekonomiye müdahale etmesi ve bu dengesizliği çeşitli iktisat politikası araç­ları (vergi teşvik tedbirleri, kamu harcamaları v.s.) ile ortadan kaldırması gerektiği savunulur.
Önemle belirtelim ki devletten kaynak dağılımını düzeltici ve iyileştirici bir fonksiyon beklenirken bunun tam tersi de olabilir. Örneğin, siyasal iktidar, ekonomik kaynakların ve bütçe kaynaklarının dağılımında kendi seçmen bölgelerini esas alabilir. Siyasal iktidara mensup bakanlar ve milletvekilleri yeniden seçilebilme şanslarını artırabilmek için özellikle kendi seçim bölgele­rine yatırım ve hizmetlerin götürülmesine çalışabilirler. Bütçe kaynaklarının siyasal iktidarın seçim alanlarına kaydırılması uygulamalarına “hizmet kayır­macılığı” adı verilir. Özetle, hizmet kayırmacılığı da devletin başarısızlığının nedenlerinden birisidir.
-Kamusal Güç ve Yetki Dağılımındaki Dengesizlik
Piyasa ekonomisini başarısızlığa uğratan, dolayısıyla devlet müdahalesini gerekli kılan nedenlerden birisi piyasada gelir ve servet dağılımının dengesiz olmasıdır. Özel kesimdeki bu “adaletsizlik” kamu kesiminde de varolabilir. Özel kesimde gelir ve servet dağılımında adaletsizlik sözkonusuyken, kamu kesiminde güç ve yetki dağılımında ve kullanımında adaletsizlik vardır. So­nuç itibariyle devlet yönetiminde de bu konuda bir başarısızlık mevcuttur. Kamusal güç ve yetki dağılımındaki dengesizlikler ile ilgili örnekler aşağıda verilmektedir:
· Kamu kesimindeki merkeziyetçi yapı,
· Bazı siyasal sistemlerde kuvvetler ayrılığı prensibinin geçerliliğinin olmaması ve yürütmenin gücü kendi elinde bulundurması,
· Yürütme organı olan hükümette güç ve yetkinin tek kişi elinde (parti ve hükümet başkanı) bulunması; iktidarın kişiselleşmesi ve lider diktası.
-Politikada Şeffaflık (Açıklık) Olmaması
Devletin başarısızlık nedenlerinden birisi de politikada şeffaflık olmama­sıdır. Genellikle devlette gizlilik ve örtbas hakimdir. Kamu kurum ve kuruluş­larında denetim ve kontroller etkin ve fonksiyonel değildir. Sonuç olarak bu nedenlerden ötürü devletin başarısızlığa uğradığı söylenebilir.
-Politikada Gereksiz ve Aşırı Harcamalar
Piyasa ekonomisinde ekonomik birimler bizzat kendi paralarını harcadık­larında son derece dikkatli davranırlar. Örneğin, bir firma sahibi ya da üretici, üretimde bulunurken en az maliyetle en fazla karı elde etmeye gayret eder. Tüketici ise yine mümkün olduğu ölçüde en az para ödeyerek en kaliteli ve ucuz mal ve hizmeti satın almak ister. Kamu ekonomisinde ise siyasal ak­törler (seçmen, politikacı, bürokrat, çıkar ve baskı grupları) bizzat kendilerinin paralarını değil “başkalarının paralarını” harcarlar ve/veya başkalarının pa­ralarından bir fayda temin ederler. Dolayısıyla kamu ekonomisinde devletin parasını harcayan politikacı, bürokrat ve kamu görevlileri genellikle kendileri­nin paralarını harcarken gösterdikleri titizliği göstermezler. Devletin malını kullanan veya bundan bir fayda sağlayan kimseler de yine kendi mallarını olduğu gibi devlet malını aynı titizlikle kullanmazlar. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Milton Friedman’ın geliştirdiği matris konuyu son derece çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. (Bkz:Şekil-1 )
Friedman matrisinde “kimin parasının kimin için harcandığı” analiz edil­mektedir. Matris içerisinde yeralan bölümlerin kısa bir değerlendirmesi aşa­ğıda yapılmıştır.
- A Bölümü [Birey, kendisine ait parayı kendisi için harcamaktadır.]: Bu bölümde birey, en az maliyetle, en kaliteli ve ucuz mal ve hizmeti satın almaya, böylece faydasını maksimize, maliyeti ise minimize etmeye çalışa­caktır. İnsan doğası gereği kendisine ait parayı harcarken (kendisine ait malları kullanırken) son derece dikkatli davranır.
- B Bölümü [Birey kendisine ait parayı başkası için harcamaktadır]: İnsan yaradılışı itibariyle kendi özel çıkarlarını düşünen ve gözeten bir varlık olarak kabul edildiği taktirde kendisine ait bir parayı ancak bazı özel durum­larda başkası için harcayabileceği söylenebilir. Birey direkt olarak belki çıkar sağlamadan kendi parasını ancak ailesi, çocukları, yakınları ve dostları için harcayabilir. Bunun ötesinde altrustik (yardımseverlik) duygularla belirli kişi ve/veya kurumlar için harcamalarda bulunabilir. Ancak, birey genel olarak kendine ait parayla fizyolojik ve kültürel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra baş­kaları için para harcarken, kendisine para harcadığı durumda olduğu gibi cebinden en az para çıkmasını ister. Ancak, harcama sonunda kendisi direkt bir fayda sağlamayacaksa mal ve hizmet satın alımında fazla titiz olmayabi­lir.
- C Bölümü [Birey başkasının parasını kendisi için harcamaktadır]: Eğer herhangi bir sınırlama yoksa birey başkasının parasını Türkçe deyimle “har vurup, harman savurabilecektir.” Birey kendi kazanmadığı bir parayı doğal olarak çok rahat harcayabilir. Önemle belirtelim ki, bu tür harcama­larda, yapılacak harcamanın sınırı önemlidir. Bir genç üniversite öğrencisinin babasına ait parasını kullanmasıyla bir başkasına ait parayı (eğer mümkün olursa) harcaması arasında farklılıklar olabilir. Netice itibariyle, birey başka­sının parasını kendisi için harcama imkanına sahip ise ve harcama konu­sunda herhangi bir sınırlama sözkonusu değilse harcamayı doğal olarak artıracaktır.
- D Bölümü [Birey başkasının parasını başkası için harcamaktadır]: Bu son bölüm bizim açımızdan son derece önem taşımaktadır. D bölümü tipik bir kamu ekonomisini temsil etmektedir. Birey (politikacı), başkalarından toplanan paraları (vergileri), başka bireyler (vatandaşlar) için harcamaktadır. Doğal olarak, tüm bölümler içerisinde etkinsizlik ve israfın en fazla olacağı bölüm D alanıdır.
Sonuç itibariyle Friedman matrisi bize devletin başarısızlığını çok açık ve anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır.
Buraya kadar yapılan açıklamalar çerçevesinde ve konunun daha iyi an­laşılması amacıyla piyasa başarısızlıkları ile devletin başarısızlığının ne­denlerini bir tablo içerisinde göstermek mümkündür (Bkz. Tablo-3). Anlaşıl­dığı üzere, piyasa başarısızlığı ve devletin başarısızlığı nedenleri birbirlerine oldukça benzemektedirler. Önemle belirtmek gerekir ki, devletin başarısızlığı teorisi, devlete olan bakış açısını önemli ölçüde değiştirmiştir. Kamu tercihi teorisyenlerinin bu alandaki çalışmaları sonucunda devletin ekonomik ve sosyal sorunları her zaman iyileştiremeyeceği, aksine devletin bazen eko­nomik ve sosyal sorunların ortaya çıkmasına neden olacağı belirtilmektedir.
Kamu tercihi teorisine önemli katkılarda bulunan Gordon Tullock’un şu sözü gerçekten anlamlıdır: “Devlet bazı sorunların çözümü, bazı sorunların ise bizatihi kaynağıdır.” (Tullock, 1988: 1044).
Tablo- 1: Piyasa Başarısızlıkları ve Devletin Başarısızlıkları
Piyasa Başarısızlıkları
1. Piyasada tam rekabetin geçerli olmaması
· Piyasada “atomisite” şartı geçerli olmayabilir. Aksak rekabet piyasaları sözkonusu olabilir.
· Piyasada “serbestlik” şartı geçerli olmayabilir. Piyasaya giriş ve çıkışı engelleyen çeşitli faktörler olabilir.
· Piyasada “şeffaflık” olmayabilir.

2. Dışsal ekonomiler
· Üretimde pozitif/negatif dışsal ekonomiler
· Tüketimde pozitif/negatif dışsal ekonomiler
· Parasal dışsal ekonomiler
· Teknolojik dışsal ekonomiler

3. Ölçek Ekonomileri (İçsel-eksi ekonomiler)

4. Üretim faktörlerinin coğrafi ve sektörel dağılımında dengesizlikler (Kaynak dağılımında etkinsizlik)


5. Özel gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik:

Özel gelir ve servetin sonuçta topluma bir yarar sağlamayacak şekilde kullanılması: Savurganlık ve israf

Devletin Başarısızlıkları

1. Politikada tam rekabetin geçerli olmaması
· Politikada “atomisite” şartı sözkonusu olmayabilir. Örneğin, otokratik bir rejim yönetimde olabilir. Çoğulcu demokrasi ülke yönetiminde olmayabilir.
· Politikada “serbestlik” şartı geçerli olmayabilir. Örneğin, bazı siyasal partilerin faaliyetleri yasaklanmış olabilir.
· Politikada “şeffaflık” olmayabilir.

2. Politik dışsal ekonomiler
· Politikada patronaj ilişkileri
· Politik yandaşlık ve partizanlık
· Rant oluşturma ve rant dağıtma faaliyetleri
· Çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri
· Türemiş dışsal ekonomiler

3. Politikada Negatif Ölçek Ekonomiler

4. Politikada bütçe kaynaklarının coğrafi ve sektörel dağılımında dengesizlikler:
· Lobicilik
· Hizmet kayırmacılığı

5. Kamusal güç ve yetki dağılımında adaletsizlik:

Devlet harcamalarında israf ve savurganlık.

SONUÇ

“Devlet müdahaleleri mükemmel olmayan bir çözümdür.”
Adam Smith[1]

Piyasa başarısızlığı teorisi çerçevesinde ileri sürülen bir çok argüman (eksik rekabet, haksız rekabet, eksik enformasyon vs.) şüphesiz devlet müdahalelerinin haklı gerekçelerini oluşturmaktadır. Fakat, devlet müdahalelerinin sonuçları da her zaman arzu edildiği gibi olmayabilir. Kaldı ki, siyasal karar alma sürecinin yapısı ve işleyişi kaçınılmaz olarak bazı tür başarısızlıkları (siyasal ilgisizlik, siyasal bilgisizlik vs.) ortaya çıkarmaktadır.
Devletin başarısızlığı teorisi bizi piyasanın mutlak başarılı olduğu sonucuna götürmemektedir. Piyasa gibi devlet de “mükemmel” olmaktan uzaktır.


KAYNAKLAR

Aktan, Coşkun Can., 21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Devlet Modeline Doğru: Optimal Devlet, İstanbul: Tüsiad Yayını, 1995.
Aktan, Coşkun Can., Değişim ve Devlet, Ankara: TİSK Yayınları, No 22. s. 11.
Bennett James T. & Manuel H. Johnson., The Political Economy of Federal Economic Growth, 1959-1978. College Station: Texas A-M University Pres. 1980.
Friedman, Milton & Rose Friedman., Free To Choose, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1980.
Hanusch, Horst (Ed.) Anotomy of Government Deficiencies, Berlin: Springer-Verlag, 1983.
Peacock, Alan., “On The Anotomy Of Collective Failure”, Public Finance, Vol 35, No 1, 1980.
Sirkin, Gerald., “The Anotomy Of Public Choice Failure”, in: R.D.Leiter And G.Sirkin (Eds.), Economics Of Public Choice, New York: College Of City University Of New York, 1975.
Tullock, Gordon., “Public Choice”, in: The New Palgrave Dictionary Of Economics, London:Macmillan, 1988. Pp.104-44.
Wolf, Charles., “A Theory Of Non-Market Failures”, The Public Interest, No 55. Spring 1979.

[1] “What institution of government could tend so much to promote the happiness of mankind as the general prevalence of wisdom and virtue? All government is but an imperfect remedy of the deficiency of these.” Smith’in sözü şu çalışmadan aktarıldı: Coşkun Can Aktan, Değişim ve Devlet, Ankara: TİSK Yayınları, No 22. s. 11.

Kaynak : http://www.canaktan.org/ekonomi/devlet-basarsiz/aktan-makale.htm

6 Mart 2008 Perşembe

TALEP – YÖNLÜ İKTİSAT TEORİSİ


I- GİRİŞ
Talep-yönlü iktisat (Keynesyen İktisat), 1929 Büyük Depresyonunun ortaya
çıkardığı işsizlik ve toplam talepteki yetersizlikleri gidermek amacıyla
geliştirilmiş bir iktisadi düşüncedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplam
arzdaki düşüş, belirli ölçülerde giderilmeye çalışılmış olmasına rağmen
toplam talepteki azalmayı giderici önlemler yeterince alınamamıştır. Bu
nedenle etkileri hemen bütün dünyada hissedilen 1929 Büyük Depresyonu
yaşanmıştır. Bu araştırmada klasik liberal düşüncenin aksine devletin
düzenleyici ve müdahaleci fonksiyonlar üstlenmesini savunan talep-yönlü
iktisadın teorik ve analitik çerçevesi incelenmektedir.



II- TALEP – YÖNLÜ İKTİSADIN TEORİK VE ANALİTİK ÇERÇEVESİ
Talep-yönlü iktisadı, ekonomide etkin kaynak kullanımının sağlanması,
ekonomik büyüme ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi, adil bir gelir ve servet
dağılımının temini ve ekonomik istikrarın sağlanması için devletin “toplam
talep” üzerinde yönlendirici kararlar almasını öneren bir iktisadi düşünce
olarak tanımlamak mümkündür. Talep-yönlü iktisadın teorik temelleri J.M.
Keynes tarafından 1936 yılında yayınlanan “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel
Teorisi” adlı eserde yer almıştır. Keynes, kısaca “Genel Teori” olarak anılan
eserinde klasik iktisadi düşünceyi başlıca şu açılardan eleştirmiştir:



1. Klasik iktisatçılardan Jean Baptiste Say tarafından “arz kendi talebini
yaratır” (supply creates its own demand) şeklinde ifade dilen Piyasalar
Kanunu (The Law of Markets) gerçek iktisadi yaşama uygun değildir. 1929
Büyük Depresyonu açık bir şekilde toplam talep yetersizliğinden
kaynaklanmıştır. Toplam talep, klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi arzın bir
fonksiyonu değildir. Aksine toplam arz, toplam talebin bir fonksiyonudur ve
toplam talep tarafından yönlendirilir. Keynes’e göre ancak “üretim ve
istihdamın bütün düzeyinde toplam talep fiyatının toplam arza eşit olduğu
noktada arz kendi talebini yaratır” (Keynes, 1967; 21). Keynes’in Genel
Teorisi, 1929 Büyük Depresyonunun ortaya çıkardığı işsizlik ve yetersiz
üretimin sebebi olarak “efektif talep” teki yetersizlikleri görmekte ve Say’ın
Piyasalar Kanunu’na karşılık olarak “talep kendi arzını yaratır” (Demand
creates ıts own supply) görüşünü savunmaktadır. Bu görüşün gerisinde,
talep yükseldiğinde bunun üreticilerin yatırım arzlarını da artıracağı görüşü
yatmaktadır (Cowen, 1982; 178-182, Evans, 1982; 33-34). Keynesyen
İktisat, özel tüketim ve yatırım harcamalarının yetersizliği durumunda, yani
depresyon dönemlerinde, devletin “telafi edici maliye politikası”
(compensatory fiscal policy) uygulayarak özel tüketim ve yatırım
harcamalarını uyarmasını önermektedir.



2. Klasik iktisat teorisinde savunulduğu gibi ekonomi her zaman tam
istihdam denge düzeyinde bulunmaz. “Görünmez el” in ekonomiyi
“kendiliğinden” ve “daima” tam istihdam denge düzeyinde koruması mümkün
değildir. Tam istihdam denge düzeyinden sapmalar, devletin düzenleyici ve
müdahaleci önlemler almasını gerektirir. Keynes’e göre, laissez-faire politikası
tutarsızdır. Toplam arz ve toplam talep arasındaki dengesizlikleri devletin
mali ve parasal araçlarla gidermesi gerekir.



3. Tasarruf ve tüketim fonksiyonlarını faiz oranı değil, gelir belirler. Diğer bir
deyişle, tasarruf, klasik iktisatçıların savundukları gibi faizin değil, gelirin bir
fonksiyonudur. Faiz hadleri para arzı ve talebi arasındaki ilişkilere göre
belirlenir.



4. Klasik Miktar Teorisi geçersizdir. Para arzında meydana gelen artışların
tamamı enflasyonist değildir. Para arzındaki artışların bir kısmı muamele
motifi (transactions motive) dışında, spekülasyon motifi (speculative motive)
ve ihtiyat motifi (precautionary motive); ile belirli bir süre harcanmadan elde
tutulmaktadır (Keynes, 1967; 170).



5. Ücret düzeyinin düşmesi ile istihdam hacminin her zaman genişlemesi
beklenemez. Zira, üretim tekniği veri iken istihdam düzeyini, emeğin marjinal
verimini ve reel ücreti belirleyen etken efektif taleptir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi Genel Teori’ nin analitik yapısını incelemeye
çalışalım: Bilindiği üzere Keynes, Genel Teorisi ile 1950’li yılların başlarından
1970’ li yılların sonlarına değin geçen dönemde iktisat politikasına hakim olan
makro iktisat teorisinin temellerini ortaya koymuştur. Keynes, bu ünlü
eserinde makro ekonomik denge oluşumunu “efektif talep” ilkesinden
hareketle tüketim, yatırım ve tasarruf fonksiyonları vasıtasıyla incelemeye
çalışmıştır. Keynes’e göre, bir ekonomide üretim faktörlerinin kullanıldığı
sınıra kadar toplam arz elastikliği sonsuz varsayılabilir. Diğer bir deyişle, tam
istihdam denge düzeyine kadar toplam talepteki her artış arzı da peşinden
sürükler. Bu bakımdan denge gelir düzeyini belirleyen etken efektif taleptir.
Keynes, efektif talebi bir toplumda müteşebbislerin mevcut istihdam
seviyesinde sahip oldukları üretim faktörlerinden elde etmeyi umdukları
gelirin toplamı olarak ele almaktadır. Keynes Genel Teori' de şu tanımı
yapmaktadır: “Efektif talep, müteşebbislerin elde etmeyi umdukları toplam
gelir (ya da hasıla) dir ve bu kavram cari istihdam düzeyinde diğer üretim
faktörlerinin gelirlerini de kapsar. Toplam talep fonksiyonu, çeşitli hipotetik
istihdam hacimleriyle üretimden elde edileceği umulan hasılat arasında ilişki
kurar; efektif talep, toplam talep fonksiyonunun etkin olduğu noktadır. Arz
koşulları ile birlikte ele alındığında, efektif talep müteşebbislerin kar
beklentisini maksimize eden istihdam düzeyine uygun düşer.” (Keynes, 1967;
55).
Efektif talep, Keynes’in modelinde tüketim ve yatırım harcamalarının
toplamından oluşur. Keynes’e göre ekonomi, klasik iktisatçıların ifade ettiği
gibi her zaman tam istihdam denge düzeyinde bulunmayacağından,
ekonominin içinde bulunduğu konjonktüre göre devletin tüketim ve yatırım
harcamalarını artırması (azaltması), yani efektif talebi bir araç olarak
kullanması gerekmektedir.
Keynes’e göre makro ekonomik denge açısından efektif talep stratejik bir
role sahiptir. Keynes, efektif talebi yaratan başlıca üç fonksiyondan söz
etmektedir: Tüketim fonksiyonu, tasarruf fonksiyonu, yatırım fonksiyonu.
Keynes Genel Teorisi’nde tüketime özel bir ağırlık vermiştir. Keynes’e göre,
“tüketim bütün ekonomik faaliyetlerin tek amacıdır. İstihdam imkanları
zorunlu olarak bir dereceye kadar toplam talep ile sınırlıdır” (Keynes, 1967;
104). Tüketim fonksiyonu, tüketicilerin harcama eğilimlerini gösterir.
Tüketim harcamaları milli gelirlerin artan bir fonksiyonudur.
Keynes’e göre efektif talebin diğer bir unsuru tasarruf fonksiyonudur.
Tasarruflar da milli gelirlerin artan bir fonksiyonudur. Genel Teori’ de yatırım
fonksiyonu ise milli gelir değişmelerinden bağımsız (otonom yatırımlar) ve
milli gelirin artan bir fonksiyonu (uyarılmış yatırımlar) olarak ele alınmıştır.
Bağımsız yatırım fonksiyonunda; girişimcilerin, yatırım kararlarını milli gelir
düzeyinde belirlemediği varsayılmaktadır. Girişimciler yatırım kararlarını
verirken, kullandıkları sermayeye ödedikleri faiz ile yatırım sonunda elde
edeceği yararı karşılaştırır. Yatırımın belli dönemler sonunda girişimciye
sağladığı yarar yani sermayenin marjinal etkinliği faiz haddinden büyük ise
girişimci yatırımı karlı bulur, aksi durumda ise girişimci yatırım yapmaktan
vazgeçer. Keynes, Genel Teori’ de şu görüşlerini belirtmektedir: “Yatırım
oranındaki bir artış (azalış) tüketim oranında da bir artış (azalış)
doğuracaktır. Çünkü toplumun davranışı genellikle, gelirlerinin yükselmesi
(azalması) halinde, gelirleri ve tüketimleri arasındaki açığı
genişletmeleri(daraltmaları) temayülündedir. Yani tüketim oranındaki
değişiklikler, genel olarak gelir oranındaki değişiklikler ile aynı oranda ve
ancak miktar olarak azdır” (Keynes, 1967; 248).
Genel Teori’ de makro ekonomik dengenin; toplam arz ile toplam talebin
eşitlendiği noktada veya toplam yatırımlar ile toplam tasarrufların eşitlendiği
noktada gerçekleşeceği belirtilmektedir. Toplam talebin arzdan fazla olması
(veya yatırımların tasarruflardan fazla olması) durumunda, ekonomide bir
enflasyonist açık ortaya çıkar. Toplam talebin toplam arzdan az olması
(yatırımların tasarruflardan az olması) durumunda ise bir deflasyonist açık
söz konusu olur. Keynes’e göre enflasyonist ve deflasyonist açığın
giderilmesi, devletin efektif talebi yönlendirmesi ile mümkün olur. Örneğin;
devletin depresyon dönemlerinde kamu harcamalarını artırması ve vergi
oranlarını indirmesi gerekir. Enflasyon dönemlerinde ise bunun tersini
yapması gerekmektedir. Keynes’e göre, devletin efektif talebi yönlendirmesi
otonom yatırımları artırması ile söz konusu olur. Keynes, otonom
yatırımlardaki artışın milli gelirde meydana getirdiği artışı veya azalışları
“çarpan” kavramıyla açıklamaktadır. Devletin kamu harcamalarını artırması,
sonuçta ekonomide milli gelirde ve dolayısıyla tüketim harcamalarında
artışlar doğurur. Keynes, tüketim malları talebindeki değişmelerin ise bu kez
yatırım harcamalarını uyaracağını belirtmektedir. Bu şekilde uyarılmış
yatırımlar da “hızlandıran” katsayısı kadar milli geliri artıracaktır (Keynes,
1967; 135-146).
Keynes, Genel Teorisi ile klasik iktisatçıların işsizlik sorununa ilişkin
yaklaşımlarını da eleştirerek bu konuda farklı bir yaklaşım ortaya
koymaktadır. Bilindiği üzere; klasik iktisat teorisi, işsizliğin nedeni olarak,
işçilerin tam istihdam denge düzeyindeki marjinal verime eşit ücrete razı
olmamalarını, daha yüksek ücret talep etmelerini göstermektedir. Klasik
iktisat teorisinde, emek arzı reel ücretin bir fonksiyonu olarak kabul
edilmiştir. Keynes, klasik iktisatçılardan farklı olarak iradi işsizlik dışında gayri
iradi işsizlik üzerinde de durmuştur (Keynes, 1967; 15). Keynes’ e göre, gayri
iradi işsizlik sorununun çözümü için devletin yatırımları artırarak emek
talebini genişletmesi gerekmektedir.



III. TALEP - YÖNLÜ İKTİSAT TORİSİNDE “KEYNES” VE
“KEYNEZYENLER” TARTIŞMALARI
Keynes’in "Genel Teorisi" ve diğer eserlerindeki düşünceleri, zaman içerisinde
iktisatçılarca farklı şekillerde yorumlanmıştır. Diğer bir ifadeyle, Keynesyen
iktisat zamanla kendi içerisinde bölünmelere uğramıştır. "Keynes bir
Keynesyen miydi?", "Keynes kendi analizini kendi yıktı" şeklinde gelişen bu
tartışmalar,günümüze değin Keynesyen literatürde farklı akımların ortaya
çıkmasına neden olmuştur.Bu akımları kısaca özetlemekte yarar
bulunmaktadır:



1. Neo-Klasik Keynesyen İktisat (Neo-Walrasian Denge Analizi)
1936 yılında J.M.Keynes’in Genel Teorisi’ni yayınlamasından sonra,bu teorinin
akademik çevrelerde tanınmasında ve benimsenmesinde J.Hicks’ in önemli
katkıları olmuştur. Hicks,1937 yılında yayınladığı ünlü makalesinde
(“Mr.Keynes and the Classics”) (Hicks,1937), Keynes' in Genel Teorisindeki
görüşlerini klasik iktisadın temel ilkeleri ile bağdaştırarak adeta iki teorinin
sentezini yapmıştır. Hicks; çalışmalarında önemli ölçüde Walras Genel Denge
Modelinden etkilenmiş, böylece Keynes' in Genel Teorisi' ndeki açıklamalarını
bu çerçevede yorumlamıştır. Hicks, kısa dönem denge gelir ve istihdam
düzeyi ve faiz oranının geometrik olarak; paranın arzı para talebine
eşitlendiği bir seviyede belirleneceğini kabul etmiştir. Hicks’in bu görüşleri
daha sonra A.H.Hansen tarafından geliştirilmiş ve iktisat literatürüne Hicks-
Hansen Modeli olarak geçmiştir. Gelir-Harcama Modeli (Income-Expenditure
Model) veya IS-LM Analizi olarak da adlandırılan bu neo-klasik sentez, daha
sonraları başlıca Don Patinkin, Paul Samuelson ve James Tobin’in çalışmaları
ile önemli ölçüde geliştirilmiştir. (Bkz: Savaş, 1984).



2. Fundamentalist Keynesyen İktisat
G.L.S. Shackle’in öncülük ettiği bir grup iktisatçı neo-klasik iktisadı eleştirerek
gerçek “Keynesyen İktisat”ın, Keynes’in Genel Teorisi' nde yer alan görüşleri
olduğunu savunmuşlardır. Shackle,1938 yılında yayınladığı kitabında
(Beklentiler, Yatırım ve Gelir) (Shackle,1938) belirsizliğin Keynes’in iktisadının
temeli olduğunu ve bunun yatırım kararlarında önemli bir rol oynadığı
konusu üzerinde durmuştur. Shackle ve onu takiben Paul Davidson,
çalışmalarını özellikle Keynes’in orijinal eserleri üzerinde sürdürmüşlerdir
(Gilbert,1983;192-202).



3. Anti-Walrasian Keynesyen İktisat
R.Clower ve A.Leijonhufved’in öncülük ettiği bir grup iktisatçı, Keynesyen
Teorinin, klasik bir teori ile birleştirilemeyeceğini öne sürerek, mal ve emek
piyasalarında denge halini inceleyen neo-klasik sentezin (Walras Genel
Denge Modeli) Keynesyen Teori içerisinde yer almasını şiddetle
eleştirmişlerdir. Clower ve Leijonhufved yaptıkları çalışmalarla “Keynes’in
İktisadı” ile mevcut ders kitaplarında yer alan “Keynesyen İktisat”ın
birbirinden farklı olduğunu savunmuşlardır.
Clower, 1965 yılında yayınlamış olduğu makalesinde neo-klasik iktisadı
eleştirerek, görüşlerini “Keynesyen Karşı Devrim” (The Keynesian Counter-
Revolution) başlığı altında sunmuştur. Leijonhufved ise “Keyezyen İktisat ve
Keynes’in İktisadı Üzerine” (On Keynesian Economics and the Economics of
Keynes) adını taşıyan kitabında neo-klasik sentezin,Keynes’in Genel Teorisi'
ni yanlış yorumladığını, gerçekte Keynes modelinin bir dengesizlik modeli
olduğunu ve bu yüzden Walrasian Analiz ile birleştirilemeyeceği iddiasında
bulunmaktadır (Bkz:Clower, 1965; Leijonhufved 1968; Gilbert,1983).



lV. SONUÇ
Bu kısa araştırmada 1929 Büyük Depresyonunun ortaya çıkardığı deflasyon,
yetersiz üretim ve işsizlik gibi iktisadi sorunların çözümüne yönelik olarak
geliştirilen Talep-Yönlü İktisat Teorisi' nin temel esasları ve analitik çerçevesi
özetlenmiştir. Başlangıçta ünlü İngiliz İktisatçı J.M.Keynes’in "İstihdam, Faiz
ve Paranın Genel Teorisi" başlığını taşıyan eseri ile “Keynes’in İktisat Teorisi”
şeklinde ortaya çıkan Talep-Yönlü İktisat, daha sonraları başka iktisatçıların
katkıları ile “Keynesyen İktisat “ olarak gelişimini sürdürmüştür. Keynesyen
İktisat özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllarda altın yıllarını yaşamış ve bu yıllarda
Keynesyen iktisat politikaları pek çok ülkede uygulama imkanı bulmuştur.
Daha sonra 1970’li yıllarda Keynesyen iktisatçılar arasında bazı fikir ayrılıkları
ve bölünmeler söz konusu olmuştur. Literatürde Neo-Klasik Keynesyen
İktisat, Fundamentalist Keynesyen İktisat, Anti-Walrasian Keynesyen İktisat
vb. yaklaşımlar gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.






KAYNAKLAR
CLOWER, Robert W., ”The Keynes in Counterrevolution : A Theoretical Appraisal”,
in: The Theory of Interest Rates: proceeding of Conference Held by International
Economy Association, F. H. Hahn ve F. P. R. Breakling (Ed.) London: Mcmillan, 1965.
GILBERT, J.C. Keynes’s Impact on Monetary Economics, Bautter Worths, 1982.
HICKS, John M., "Mr.Keynes and the Classics", Econometrica, April-1937.
KEYNES,John M., The General Theory of Employment, Interest and Money ,London
:Mcmillan , 1967.7th ed. (Orijinal ed.1936).
LEIJONHUFVED, Alex., On Keynesian Economics and the Economics of Keynes,
London: Oxford University Press,1968.
SAVAŞ, Vural., Keynesyen İktisat Yıkılırken, İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası, 1984.
SHACKLE,G.L.S., Expectation, Investment and Income ,Oxfort: Oxfort University
Press,1938.



2 Mart 2008 Pazar

LAFFER EĞRİSİ TEORİSİ: VERGİ ORANLARI ve VERGİ GELİRLERİ İLİŞKİSİ

Vergi indirimlerinin üretimi canlandıracağı ve vergi gelirlerini arttıracağı görüşü iktisat teorisinde Laffer Eğrisi olarak bilinen ve Arthur Laffer tarafından ortaya atılan teoriye dayanmaktadır. Laffer Eğrisi, arz-yanlı iktisat okulunun da temel malzemesi olmuş ve ABD'de Reagan döneminde, ekonominin temel politikası olarak uygulanmış, ancak kısa dönemde üretimde kısmi bir artış olmasına rağmen, vergi gelirlerini artırmakta arzulanan sonuçlar tam olarak elde edilememiştir. Bu bağlamda Laffer Eğrisi teorisinin temel çerçevesini genel hatlarıyla sorgulamak yararlı olacaktır.

Arz-yanlı iktisat, 1970'li yıllarda, enflasyon ve işsizliğin aynı anda ve yüksek oranlarda yaşandığı "stagflasyon" probleminin ortaya çıkması ve Keynesci modelin bu sorunu çözümleyememesi üzerine ortaya çıkmıştır. Arz-yanlı iktisat yaklaşımında, iktisadi soruna talep cephesinden yaklaşan Keynesci modelin aksine, ekonominin arz yönüne ağırlık verilmekte ve üretimin özellikle vergi indirimleri yoluyla teşvik edilmesi önerilmektedir. Düşük üretim düzeyi ve düşük büyüme hızı şeklinde yaşanan ekonomik durgunluğun nedeni arz yanlılarınca, enflasyon nedeniyle yüksek gelir dilimlerinden vergi ödeyenlerin sayısının artmasına ve dolayısıyla çalışma gayretlerinin olumsuz etkilenmesine bağlanmıştır[1]. Arz-yanlı iktisat yaklaşımı ABD'de Reagan döneminin başlamasıyla 1980'li yılların en popüler iktisat akımı haline gelmiştir.

Arz-yanlı iktisat yaklaşımına göre, kamu harcamaları kısılmalı ve devletin ekonomideki rolü en aza indirilmelidir. Arz-yanlı iktisat, Keynesyen ekonomik politikaların dayandığı talep-yönlü iktisada bir tepki olarak doğduğu için talep-yönlü iktisadın aksine, bütün iktisadi sorunların arz kaynaklı olduğunu kabul etmektedir. Arz-yanlı iktisat teorisi esasen J.B.Say'in "her arz kendi talebini doğurur" şeklinde kısaltılan "Mahreçler Kanunu"nun yeniden gündeme getirilmesidir. J.B. Say, "Mallar için talep yaratan üretimdir...Bir mal arz edilince, bu andan itibaren, bütün değeri tutarınca, talep yaratır...Bir malın yaratıldığı andan itibaren, diğer mallar için piyasa açılmış olur."[2] diyerek ekonomik sorunların çözümünde arz-yanlı politikaların önemini vurgulamıştır.
Arz-yanlısı iktisatçılara göre, üretimi teşvik edecek en önemli araç vergi indirimleridir. Arthur Laffer, vergi oranları ve vergi gelirleri arasında kurmuş olduğu ve Laffer Eğrisi olarak adlandırılan geometrik ilişkide, vergi indirimlerinin ekonomiyi canlandırarak vergi gelirlerini arttıracağını ileri sürmektedir. Buna göre; vergi oranlarının azaltılması, sanıldığı gibi vergi gelirlerini azaltmayacak tam aksine arttıracaktır. Laffer Eğrisi'nden hareketle, kişisel gelir vergisinin üst dilimlerinde vergi oranlarının azaltılması, sermaye kazançları üzerinden alınan vergilerde önemli ölçüde kısıntıya gidilmesi savunulmaktadır. Böylesi politikalar, tasarruf oranlarını ve ekonomik büyümeyi hızla yükselteceğinden sonuçta vergi gelirleri de büyüyecektir. Öte yandan vergi oranlarının düşürülmesi vergi kaçakçılığını da azaltacaktır. Bu da vergi gelirlerini yükseltici ikinci bir etken olacaktır. Görüldüğü gibi bu yaklaşımda, düşük vergi oranlarının yüksek vergi hasılatı sağlayacağı savunulmaktadır. Kanaatimizce, bu yaklaşımın başarılı olması için en önemli şart kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınabilmesidir. Bu gerçekleşmediği takdirde Laffer Eğrisi teorisi arzulanan sonuçları tam olarak vermeyebilecektir.
Vergi gelirlerini düşürerek ekonominin canlanmasının mümkün olacağını ileri süren Arthur Laffer'a göre %100 vergi oranı uygulandığı zaman fertler vergi ödemez. Çünkü bu oran fertlerin kazanma ve gelir elde etme şevkini kırar. Vergi oranının sıfır olduğu durumda ise vergi geliri de sıfırdır. Bu noktadan itibaren vergi oranlarının X noktasına kadar arttırılması halinde vergi gelirleri de artacaktır. X noktasından sonra vergi oranlarının arttırılması ise vergi gelirleri üzerinde olumsuz bir etkiye yol açacaktır. X noktası maksimum vergi geliri noktasıdır. Laffer, vergi oranını sıfırdan başlatarak vergi gelirlerindeki artışların ne seyir izleyeceğini aşağıdaki şekil yardımıyla açıklamıştır[3]:


( T )
Vergi
Geliri
T= tx (t)



X 100 Vergi Oranı (%)
Laffer Eğrisi ( t )

Vergi gelirlerini vergi oranı t'nin belirlediği Laffer eğrisi yukarıdaki biçimde çizilebilir ve {T= tx (t); x = x (t) => d T/ d t = 0} şeklinde formüle edilebilir. Buna göre, x (vergi matrahı), t'nin artan bir fonksiyonudur ve vergi gelirlerinin maksimum olduğu noktada marjinal vergi geliri sıfıra eşit olur. Eğri yorumlanacak olursa, X oranının üstünde, vergi geliri ile vergi oranı arasında talep eğrisine benzer negatif eğimli bir ilişki olup, vergi oranı değişebilen bir fiyattır[4].

Yukarıdaki şekilden görüldüğü gibi, Laffer Eğrisi, vergi oranları ile devletin tahsil edeceği toplam vergi gelirleri arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bu eğrinin mantığında, bireylerin vergi oranlarında meydana gelen her değişikliğe tepkide bulunacağı varsayımı bulunmaktadır. Vergi oranında yapılan artış ne derece yüksek olursa fertlerin vergi ödemekten kaçınma eğilimleri de o derecede yüksek olacaktır. Bunun bir yolu daha az çalışmak daha az tasarruf ve daha az yatırımda bulunmaktır. Diğer bir yolu da yasa dışı davranışlara başvurup vergi kaçırmaktır. Buna göre vergi oranlarındaki artışlar, belirli bir düzeye ulaştıktan sonra bireyler çalışmalarını azaltacaklar ve daha fazla vergi kaçırmanın yollarını araştırmaya başlayacaklar ve dolayısıyla vergi oranı artışları devletin elde edeceği vergi gelirlerinin azalması ile sonuçlanacaktır[5]. Yatay eksende vergi oranının, dikey eksende ise vergi gelirinin gösterildiği Laffer Eğrisi'ndeki X oranı devletin sağlayacağı vergi gelirinin maksimum olacağı orandır. Arz-yanlısı iktisatçılar gelişmiş ülkelerdeki yönetimlerin genellikle bu oranın üzerinde vergi uyguladığı görüşünde olduklarından vergi indirimlerini savunmaktadırlar. Böylelikle yapılan her indirim vergi gelirlerini artıracaktır.

Arz-yanlısı iktisatçılara göre, vergi oranlarındaki değişiklikler nispi fiyat değişikliklerine yol açarak insanların, çalışmakla boş kalmak arasındaki, piyasa içi faaliyet ile piyasa dışı faaliyet arasındaki tercihleri üzerinde büyük ölçüde etki yaratmaktadır. Arthur Laffer'a göre, vergi indirimleri o derecede etkilidir ki çalışma isteğini arttırmak yoluyla toplam vergi gelirlerini yükseltir ve ayrıca arz cephesindeki etkisiyle üretim artışı oranını yükselterek enflasyon probleminin çözümüne yardımcı olur. Arz yanlısı iktisatçıların yapmak istediği, vergi indirimleri ile insanların daha uzun süre çalışmalarını sağlayarak ve daha çok tasarruf ederek üretime ayırmak için daha çok sermaye malı almalarını sağlayacak bir gelir artışı sağlamaktır. Bu şekilde daha fazla emek ve sermaye üretime katılarak, toplam üretim ve reel gelirler artacaktır[6].

Vergi oranlarını düşürerek ekonomide daha fazla istihdam yaratılabileceği, üretimin ve vergi gelirlerinin arttırılabileceğini öngören Laffercı yaklaşım 1980'li yıllarda ABD'de büyük ilgi görmüş ve Reagan'ın da ekonomi programının temelini oluşturduğu için Reaganomics[7] olarak adlandırılmıştır. Buna göre, düşük vergi oranları özel sektörü daha fazla işçi çalıştırmaya teşvik edecek, ekonomiyi daha yüksek büyüme oranlarına götürecektir. Reagan tarafından seçim kampanyasında kullanılan bu argüman, vergi oranlarında bir azalışın vergi gelirlerinde bir artışa sebep olacağını ve böylelikle bütçe açığına sebep olmayacağını öngörüyordu.

Ücretlerin daha düşük bir oranda vergilendirilmesi ise reel ücretleri arttıracağından teorik olarak emek arzını arttıracaktır. Emek talep fonksiyonu sabitken, reel ücretlerin artması emek arz fonksiyonunu da arttıracak ve emek piyasası dengesi daha yüksek bir istihdam seviyesinde kurulacaktır.
Arz-yanlı yaklaşım taraftarı iktisatçılar Laffer Eğrisi'nden hareketle, vergi oranlarındaki düşüşün vergi matrahını büyüttüğü için vergi gelirlerini arttıracağını ileri sürmüşler, ancak bu argümanın aksine, ABD'deki bütçe açıkları 1981'deki vergi indirimlerinden sonra artmıştır. Reagan Yönetimi, çalışmayı, tasarrufu ve yatırımı özendirmek için vergilerde indirim yapmış ancak kısa dönemde bu uygulamanın sonuçları en azından bütçe açığını artırması bağlamında yararlı olmamıştır. Sonuç olarak, dünyanın en gelişmiş ülkesinde bile vergi indirimleri politikası kısa dönemde üretimi canlandırsa bile vergi gelirlerini arttırıcı sonuçlar doğurmamıştır. Bunun temel nedeni ise kayıt dışı ekonominin vergi oranlarındaki azalışa çok fazla tepki vermemesidir. Ancak, belirli koşullar altında, özellikle kayıt dışı ekonomi kayıt altına alınabildiği taktirde Laffer Eğrisi teorisinin olumlu sonuçlar doğurabileceği değerlendirilmektedir. Ekonomik kalkınmanın finansmanında, geniş ölçüde vergilere bağımlı bulunan gelişmekte olan ülkelerde ise zaten büyük çapta bir bütçe açığı vardır ve vergi oranlarında indirim yaparak bu teoriyi test etmek bu ülkeleri daha zor ekonomik problemlerin içine sokabilecektir.

DİPNOTLAR

[1] G. Demir, Devlet-Ekonomi Ýliþkisinde Dönüþüm, Ýstanbul: Beta Basým, 1994, s.26.
[2] G. Kazgan, Ýktisadi Düþünce, Ýstanbul: Remzi Kitabevi, 1991, s.106.
[3] H. G. Monissen, “Explorations of the Laffer Curve", Germany: University of Wuerzburg, http://www.gmu.edu/jbc/fest/files/Monissen.htm
[4] Ibid.
[5] H.Seyidoðlu, Ekonomik Terimler, Ýstanbul: Güzem, 1992, s.516.
[6] O. Z. Orhan, Baþlýca Enflasyon Teorileri ve Ýstikrar Politikalarý, Ýstanbul: Filiz Kitabevi, 1995, ss.197-198.
[7] B. Bartlett, Reaganomics: Supply Side Economics in Action, Connecticut: Arlington House Publications, 1981.


http://www.muhasebeburosu.com/habergoster.asp?id=377

31 Ocak 2008 Perşembe

ANAYASAL POLİTİK İKTİSAT-1

ANAYASAL POLİTİK İKTİSAT

Viktor J. Vanberg, “Constitutional Political Economy in: The Handbook of Economic Methodology, (Edited byJ.B. Davies, D.W. Hands and Uskali Maki) Northamton, MA: Edward Elgar, 1998,pp. 69-75.
Çeviren: Timur Turgay

Anayasal iktisat veya anayasal politik iktisat, klasik politik ekonominin kurumsal
dürtüsünü bir şekilde canlandırmaya çalışan modern iktisattaki bir çok kesişen araştırma
programlardan biridir. Kamu tercihi, hukuk ve iktisat, mülkiyet haklarının iktisadı veya yeni
kurumsal iktisat gibi araştırma programlarının ortak noktası , alınan ekonomik paradigmanın
esas metodolojisini, özellikle metodolojik bireyciliği terk etmeden neoklasik hakim iktisadın
kurumsal eksikliklerini düzeltme niyetidir.

Anayasal politiğin ayırıcı olan noktası kurallar ve kurumların seçimi üzerine
odaklanmasıdır. Standart ekonominin zorlamalar perspektifi içindeki tercihinin tersine,
Anayasal Politik İktisat dikkatini, özellikle sıradan ekonomik, politik ve sosyal aktivitelerin
meydana geldiği yasal kurumsal çerçeve tarafından empoze edilen zorlamalar arasındaki
seçim konusuna yönlendirir. Popüler oyun metaforunu kullanmak için, Anayasal politik
iktisat kendisini, verilen kuralların içerisinde oyunu oynamayla ilgili stratejik konulardan çok,
oyunun kurallarının seçimi ile ilgili anayasal sorunlarla ilgili olarak görür. Şüphesiz, oyunun
alternatif kurallarından doğacağı öngörülen oyunun, beklenen örneklerinin ışığında, tipik
olarak kurallar arasındaki seçimin yapılacağını kabul eder. Gerçekten, E.A. Hayek(1973:98
FF)’in kuralların düzeni ( anayasal seviye) ve eylemlerin düzeni (anayasa altı seviye) olarak
karşılaştırma yaptığı şeyler arasındaki neden sonuç bağlantısının sistematik incelenmesi,
anayasal politik iktisadın araştırmalarının temel konusudur. Bu konu üzerine çalışmasında,
anayasal politik iktisat, daha geniş yeni-kurumsal hareket içerisinde diğer araştırma
programları tarafından sağlanan görüşleri kullanabilir.
Şüphesiz, Anayasal Politik İktisat, sınırlamalar arasındaki seçimlerin kendilerinin de
sınırlamalara maruz kaldığını ve kurallar arasındaki seçimin çoğunlukla “yüksek seviyedeki
kurallar “ tarafından tanımlanan sınırlamalar içinde meydana geldiğini de kabul eder. Düzenli
bir toplumda, kurallar arasındaki seçimlerin tipik olarak, kuralların çok seviyeli sisteminde
yerleştirildiği ve bu yüzden kurallar arasındaki seçimin , aynı zamanda genellikle kurallar
içinde seçim olduğunu sosyal yaşamın bir doğal gerçeği olarak kabul eder. Bununla beraber,
bu , hangi seviyede olursa olsun kurallar veya sınırlamalar arasındaki seçimin , sınırlama
perspektifi içindeki seçimi görmezden gelme eğiliminde olduğu, anayasal politik iktisadın
uygun saha oluşturduğu özel sorun türlerini ortaya çıkardığı iddiasını göz önüne almaz.
Anayasal Politik İktisadın diğer bir ayırt edici özelliğinin onun pratik ve uygulamalı
oryantasyonunun ve sosyal düzenin kurumsal reformlar yoluyla nasıl geliştirilebileceği
sorununa ilgisi olduğu söylenebilir. Bu ilgi yüzünden Anayasal Politik İktisat, taraftarlar ve
eleştirmenlerce benzer bir şekilde, zaman zaman “ normatif bilim” olarak tarif edilmiştir.
Bununla beraber bu isim potansiyel olarak hatalıdır. Çoğu anayasal politik uygulayıcıları “ ne
olduğu” hakkındaki tartışmaya açık ifade ile, “ne olması gerektiği” hakkındaki normatif
hüküm arasındaki kategorik farkı kabul ederler ve doğal hataların tehlikesinin farkındadırlar.
Değer yargılarını güçlendirmeyi anayasal politik iktisadın görevi olarak düşünmezler , ve
anayasal politik iktisadın kurumsal reformlar açısından gelişme olarak görülebilecek şeylerin
kanıtlarını sağlamasını da istemezler. Şüphesiz anayasal politik iktisatta mevcut olan değer
yönelmesi başlıca problemlerin seçimi ile ilgili bir konudur, bu problemlerin ifade edilmesi ile
ilgili değil.
Daha spesifik olarak, Smith’ci klasik politik ekonominin bireysel yönelimini takiben,
anayasal politik iktisadın temel endişesi kurumsal düzenlemelerin, onlar tarafından etkilenen
bireysel şahısların çıkarlarına hizmet etmek için nasıl yapılabileceği sorunu ile ilgilidir. Adam
Smith’in mesajı doğal özgürlüğün basit sistemi diye adlandırdığı şeyin- ticari ve korumacı
sınırlamalardan kurtulan rekabetçi piyasa düzeni- ilgili kişilerin şahsi çıkarlarına mevcut
sistemden daha iyi hizmet edeceğidir. Bu tartışma, açıkça kurumsal reformlarda olması
gerektiği gibi dogmatik iddialar anlamına gelmez. Bunun yerine, eğer ilgili bireylerin çıkarları
değerlendirme standardı olarak görülürse, öne sürülen kurumsal reformların ticari
karşılığından daha iyi işleyen ( farz edilen standartlar açısından iyi) bir “kurallar düzenine yol
açacağı sözünü veren bu etkiye koşul iddiası ( filozofların kategorik zorunluluğun tersi olarak
hipotetik olarak adlandırdıkları şey) olarak anlaşılabilir. Bu iddiayı kanıtlayan tartışmaların
kendisi değer tartışması değildir, bunun yerine bunlar, hangi kurumsal reformlar yolu ile, bir
sosyal kural sisteminin bireysel bileşenlerin çıkarını daha iyi nasıl geliştirileceği hakkındaki
tartışılabilir “ sosyoteknolojik” konjonktürlerdir.
Ekonomik düşünce üzerine tarihin çoğu, insanların gönüllü takas yoluyla ( takım
üretiminde gönüllü iş birliği kadar) karşılıklı ticaretten kar edinmelerini gerçekleştirmelerini
sağlayan kurumsal arenada, pazarın nasıl işlediğini daha iyi anlamamız için geliştirilen az
veya çok başarılı bazen hatalı yöneltilmiş girişimlerden oluşur. Anayasal politik iktisat bu
araştırma geleneği üzerine yoğunlaşır ve ticaretten kar etme düşüncesini piyasa
incelemesinden piyasa dışı kurumlara, özellikle kolektif politik seçimin ve kuralların
incelenmesine genelleştirip yaymayı araştırır( Buchanan, 1977: 13688). Adam Smith, kendi
konusunu, politik ekonomiyi kanun yapma bilimi olarak tanımlayarak oyunun kuralları ile
olan ilişkisinin sinyallerini verdi( Smith, 1981: 468). Anayasal Politik İktisat Smith’in
girişiminin modern karşılığıdır(Brennan and Buchanan, 1985: 2; Hayek, 1973: 4; Vanberg
1994: 5). Genelde insan sosyal yaşamının bütün alanlarında, bireylerin “oyunun kurallarını”
daha iyi bir şekilde kabullenmesinden ötürü karşılıklı karlarını nasıl realize edebildikleri
konusunu araştırmayı dener. Bu metinde geliştirilen tartışmalar, Adam Smith’in “ kanun
yapan bilim” olayında olduğu gibi, kendileri normatif hükümler değildir fakat çeşitli sosyal
alanlarda, oyunun kuralının ilgili kişilerin çıkarını sağlamak için nasıl geliştirileceği
hakkındaki tartışılabilir sosyoteknolojik konjonktürlerdir.
Bu araştırma programının başlatıcısı James M. Buchanan(1977; 1987; 1991; Buchanan
and Tullock, 1962), anayasal politik iktisadı geleneksel, faydacı refah ekonomisine karşı
alternatif olarak görür. Bu, ekonomik paradigmanın temel metodolojisiyle kurumlaşmış
rakibinden çok daha tutarlı olduğu iddia edilebilecek bir alternatiftir. Refah ekonomisinin
tanımlayıcı özelliği, refah ekonomisinin bütün değişikliklerinde maksimizasyon veya
geliştirilmesinin politikacıların görevi olduğu düşünülen “sosyal refahın” toplam ölçü olduğu
düşüncesidir. John Rawls’ın tarif ettiği şu düşünce gibi; “insanların bir kurumu tercih ilkesi
bir insanın tercih ilkesinin genişlemesi olarak yorumlanabilir(1971; 24). Buchanan
“paradigma maksimizasyonu nitelendirmesini; bireysel akıl maksimizasyonu mantığının
uzantısı olarak, sosyal toplam seviyeye yaymayı tarif etmek için kullanır. Onun yaptığı,
kolektifler veya guruplara benzer-bireyler olarak işleyen ve böylece ekonomik geleneğin
bireysel metodolojik temellerinden tam bir ayrılış haline gelen bir genişlemedir.
Buchanan’ın gözünde, belirsiz girişim, geleneksel refah ekonomisini gerçekleştiren
yardımcı politik reform için bir kaynak olarak teorik iktisadın kullanılmasıyla ilgilenmez. Bir
alternatif olarak anayasal-sözleşmesel yaklaşımda onun gelişmesine yol açan bu hedef hatalı
bir yoldu. Rasyonel maksimizasyon seçim düşüncesinden ayrılmak yerine, Buchanan’ın
anayasal politik iktisadı, insani koşulları iyileştirmede, pratik politik proje ile ekonominin
geleneksel pazar takasını birleştiren ortak özellik olarak ticaretten kar elde etme düşüncesine
dayanır. Anayasal perspektiften, bu projeye ekonominin gerçek katkısı, ticaretten kar elde
etmede, insani sosyal işlerde karşılıklı gelişmelerin potansiyelini keşfetmede bir uzmanın
katkısıdır. Buna göre, anayasal politik iktisadın görevi, ekonominin bilinen iki taraflı
mübadele anlaşmasından insan guruplarının kolektif olarak davranmasına izin veren sosyal
sözleşme türüne yönelik gönüllü uzlaşma düşüncesinin gerçekleşmesi ile olur. Anayasal
politik iktisadın araştırma programı ve modern politik felsefenin bazı katkıları, özelikle John
Rawls’ın(1971); sosyal sözleşme teorisiyle(Buchanan, 1987:311) canlanan felsefesiyle
arasındaki açık yakınlığın sebebi budur. Anayasal politik iktisatta sosyal sözleşme kavramı,
pazar dışı alanı, pazarlarda gönüllü ticaretten elde edilen karşılıklı kar teorisine benzerlik
taşıyan kolektif kararı geliştirmek için kullanılır(Buchanan, 1979:30ff). Bireylerin kolektif
seçim yoluyla karşılıklı karları realize etmelerini sağlayan kurumsal düzenlemelerin altında
yatan sözleşmesel doğasını tarif etme anlamına gelir, bu kolektif malların üretimiyle ilgili
kompleks çok taraflı ticaret türü sayesinde veya anayasal politik iktisat ile daha ilgili olmak
üzere, insan guruplarının kuralların sınırlamalarına birlikte boyun eğme riski olan karşılıklı
müsaadesi ile olur.
Anayasalcı sözleşmesel paradigma ile karşılaştırıldığında, yalnızca, sosyal refah
fonksiyonunun “olan” ve “olması gereken” arasında bir mantık köprüsü sağladığını farz
ederek, doğal olarak hatalı davranan refah ekonomisinin bu türlerinde paradigmanın
maksimizasyonunun yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Paradigmanın maksimizasyonu,
refahçı argüman bir hipotetik emir olarak yorumlanmış olsa bile kötü bir rehberlik sağlar, bu ,
eğer bu tür refah özel toplama metodu ile ölçülürse politikanın sosyal refahı nasıl
geliştirebileceği hakkında olan bir argümandır. Yalnızca farz edilen normatif standardın
bağlantısı veya kabul edilebilirliği sorgulanamaz. Refah ekonomisinin tüm tarihi, politik
reformlara rehberlik eden herhangi bir tartışmaya açık sosyoteknolojik konjonktür
yapılarından türetilen girişimlerin başarısızlığına kanıttır.
Kabul edilen refah ekonomilerinin tersine, anayasal politik iktisat, kavramsal optimum
refaha daha yakın “ekonomiye” ve “topluma” yönelme olarak farz edilen spesifik müdahaleler
tanımlamaya çalışmaz.Bunun yerine, ilgili bütün tarafların kar elde edilebileceği, bu yüzden,
genel bir anlaşmayı sağlayabilecek potansiyel kuramsal reformlar hakkında konjonktürler
geliştirmeye çalışır. Onun konjonktürel öğüdünün adresi, potansiyel karşılıklı gelişim
iddialarının yapıldığı ilgili seçim bölgesidir, ve bileşenler arasındaki, gerçek anlaşma
varsayımların geçerliliğinin son testidir. Buchanan’ın ortaya koyduğu gibi: Normatif olarak,
anayasal politik iktisadın görevi, ne olursa olsun, amaçlarına en iyi hizmet edecek politik
oyunun kurallarını sürekli aramak, kendi sosyal düzenlerini en sonunda kontrol eden
vatandaşlar gibi bireylere yardım etmektir(1987: 313). Sanki cömert, her şeyi bilen, tanrısal
hükümete tavsiyede bulunacakmışçasına, açık bir şekilde gelişerek çalışan refah iktisat pratiği
ile zıtlık oluşturur(Buchanan, 1979: 204).
Müdahaleci refahçı yaklaşıma karşı, prosedürsel, kural odaklı anayasal yaklaşımın
durumu, dikkat çekici bir şekilde Ruttedge Vining’in(1984) vurguladığı bir argüman
tarafından destekleniyor, buna göre, başlıca, sosyal, politik veya ekonomik süreçlerin çıktı
veya sonuçların kendileri direkt olarak değişime maruz kalmaz fakat hızla değişime maruz
kalan yalnızca idari kural ve kanuni sistemdir(Vining:177). Bununla beraber, kurallar
düzenleme ve idari prosedürdeki böylesi değişimler tipik olarak beklenmedik etkilerdir ve
genellikle beklenilenden daha farklı sonuçlar üretirler. Diğer bir deyişle, Vining’in ortaya
koyduğu gibi, doğrudan arzu edilen sonuçları üretmek, toplumun politik şekli ne olursa olsun,
bir kanunun yaptığı veya yapabileceği şey değildir, bu durum oyunun kurallarını ortaya
koymaktadır ve istenilen sonuçların doğup doğmayacağı veya ne dereceye kadar doğacağı,
yeni empoze edilen sınırlamalar altında oyuncular tarafından seçilen stratejilere bağlı
olacaktır. Buna göre, Vining’in çıkardığı sonuç gibi, uygulayıcı olarak ekonomistin gerçek
rolü refah ekonomisinin müdahaleci modeli ile öngörülemez, fakat bunun yerine, kanun
yapıcı bir zihin çerçevesinde, kanun yapıcılara ve vatandaşlara tavsiyelerde bulunan,
kuralların çerçevesinde, hangi değişimlerin doğan sonuçların şekillerini etkileyeceği hakkında
bilgi veren bir uzman rolüne sahiptir.
Tıpkı Buchanan’ınkiler gibi, bu konu hakkında Vining’in düşünceleri(464 ff) ile
politik ve ekonomik yaşam arasındaki geniş paralelliği üzerine Frank Knight’in (1982)
düşünceleri tarafından güçlü bir şekilde etkilenmiştir. Knight’ın belirttiği gibi; sosyal etiğin
bütün problemleri , daha iyi bir oyun amacıyla, kurallara uyma ve bu kuralları geliştirme ile
ilgili iki bölüme sahip oyunlarda olan problemler gibidir. Knight’ın en azından dokunduğu
anayasal politik iktisat girişimini merkez alan birçok problem vardır. Bunlardan biri, oynanan
“verilen” bir oyun başarılı bir şekilde her bir oyuncunun çabuk bir şekilde ilgisini çektiğinde
oyunun kurallarını geliştirmenin ilgili oyuncular gurubunun kolektif yararına olduğu
gerçeğinde yatan güdüsel asimetri ile ilgilenir. Kazanma açısından oyunu zeki bir şekilde
oynama kapasitesinin, niçin insanlar arasında, kurallar geliştirme veya daha iyi oyunlar icat
etme kapasitesinden çok daha fazla ve yaygın bir şekilde geliştiğini açıklayabilecek olan bu
asimetridir. Olağanüstü kamu ihtiyacının, anayasal politik iktisadın kanun yapıcı bilim olarak
ispatlayabileceği bilgi türü için var olabileceğinin söylenebilmesi bu asimetri yüzündendir.
Diğer bir konunun göz önüne aldığı şey, ticaretten elde edilen kar paradigmasının
gönüllü piyasa değişiminde, hem kamu hem de özelde organize olmuş kolektif aktiviteye
genişletildiği düşünülmek zorunda kalınan farklılıklardır. Serbest pazar değişimindeki
normatif önem, özel işleme yönelik olan gönüllü anlaşmadır. Anayasal anlaşma tipik olarak
uyumsuz gurupların yetkisini, seçimin anayasa altı seviyedeki zorlamasının kabulünü ( vergi
yoluyla olduğu gibi) içerebilir veya içerecektir. Knight’ın belirttiği gibi, anayasal anlaşma
seviyesinde piyasa mübadelesindeki gönüllü anlaşmaya doğrudan denk kolektif düzenlemelerde gönüllü katılım olacaktır, yani, gurubu terk etme, dolayısıyla diğer guruplara katılma ve sonuçta isteğe bağlı guruplar kurma hakkı ve gücünü gerçekleştirecektir. Bu koşullar, gönüllü birleşmeler için büyük oranda yol gösterici olabilirler, var olan nedenlerden dolayı, asla bölgesel bağımsızlık olarak tanımlanan politik guruplar tarafından tam olarak uygulanamazlar. Bu gurupların söz konusu olduğu yerlerde “ bir gurubu terk etmek, fiziksel olarak bir diğer guruba geçme anlamına gelir, ve maddesel maliyetler, kültürel farklılıklar, ayrılmayı özellikle pratikte dünyayı kaplayan diğer politik birimlere girmeyi yöneten kurallar ile sınırlanırlar. Politik guruplar açısından, bu sebepten dolayı, doğal bölgesel bağımsızlığın izin vereceği kadar anlamlı çevre oluşturan anayasal sözleşme ile gönüllü anlaşma düşüncesi oluşturabilen örgütsel önlemlerin alınmasının hepsinden önemli olduğu sonucuna varılabilir(ör: rekabetçi federalizm)
Gene Knight’ın gözlemlediği gibi (1982: 249) oyun metaforu, tüm insan sosyal
yaşamının mirası olan çıkarlarının her zaman var olan uyum ve çatışmasının kurallar ve
kanunlar ile oyunun ilişkisini gösterdiğinden ayrıca öğreticidir: “ Herhangi bir oyundaki bütün
tarafların oyunun kendisinde çıkarları vardır, bu yüzden genelde kurallara uyarlar. Fakat
kazanmada bireysel çıkarları vardır, dolayısıyla kanunları çiğnemek veya aldatmak işlerine
gelir. Anayasal çıkarlar kavramı, Knight’ın, başlıca kuralların iyileştirilmesi ve uygulanması
ile kısaca değindiği iki temel problem kadar her zaman mevcut uyum ve çıkarların
çatışmasının temel hususunu aydınlatmaya yardım edebilir. Uygulama problemine gelince,
çıkarların uyum ve çatışmasının karışımı, insanların anayasal çıkarları ve strateji çıkarları
arasındaki farktan kaynaklanır. İkincisi verilen oyun kuralları içerisinde elde edilebilen strateji
üzerinde insanların seçimlerinin etkisinin, ilki insanların altında yaşamayı tercih ettikleri
çeşitli kurallar hakkındadır. Bu çıkarlar arasındaki uyum ve çatışmanın karışımı, bir gurup
içerisinde anayasal çıkarlarda tam anlaşma olsa bile, yani bütün üyeler mevcut kuralların etkin
olmasını isteseler bile, her biri onu çiğnemeden dolayı ekstra çıkar elde ederken, diğerlerinin
ona uymasını isteme gerçeğiyle başa çıkmak zorundadır. Eğer kontrolü kaybederse, kandırma
tutkusu, bütün üyelerin anayasal çıkarların tam olarak anlaşıldığı gerçeğine rağmen anayasal
düzenin başarısının altını oyabilir. Uygulama problemi, temelde insanların çarpışan stratejik
çıkarların tehdidine karşı, anayasal çıkarların etkinliğinde anlaşmanın nasıl yapılabileceği
problemidir. Ve bu problem, bütün tarafların, gene, anayasal çıkarlarını paylaşacağı
çalışılabilir güçlü bir plan adapte ederek çözülebilir.
Gelişme kurallarının söz konusu olduğu yerlerde, “çıkarların uyumu ve çatışması”,
insanların uzlaştığı anayasal çıkarlar ve kendi lehlerine etkilenen anayasal çıkarlar arasındaki
gerilimden kaynaklanır. Özel kişi ve guruplara yarayan anayasal kurallar açık bir şekilde
ayrıcalıklı çıkarlardır, fakat ayrıcalıklı olmayanın gönüllü ve bilinen anlaşmasını elde etmezler. İnsanların paylaşılan anayasal çıkarlarını, kanun önünde tam eşitlik ile, sadece ayrıcalığın olmadığı bir düzeni destekler gibi gözükmektedir. Bununla beraber, uzlaşmaya
vardıkları anayasal çıkarları, karşılıklı yararlı işbirliği için gerekli zemini sağlamasına
rağmen, eğer kullandıkları ayrıcalıklar paylaşılan anayasal çıkarları elde etmelerini engellerse,
insanlar bu tür işbirliklerinden elde edilecek yararları gerçekleştiremeyebilirler. Anayasal
politik iktisatta, ve modern sözleşmesel felsefede, bu problem genellikle, anayasal seçimlerin ,
özel durumları hakkında insanları belirsiz ve habersiz bırakan ve bundan dolayı da anayasal
çıkarların farklılaşmasını azaltan veya elemine eden bir perdenin arkasında yapıldığı farz
edilerek ele alınır. Bu konuda düşünmenin başka bir yolu da vardır. Eğer insanlar alternatif
anayasal rejimler arasında her hangi bir bedel ödemeksizin, tam olarak serbest bir şekilde
hareket edebilirlerse, bir görünmez el mekanizması, anayasal çıkarlarda gerçek bir anlaşmaya
götüren kural rejimlerine yol gösteren çalışmalar öngörebilir. Bireyler başlangıçta kendi
lehlerine olan rejimlere yönelebilirler, fakat bu rejimler, eğer hiç kimse onlara katılmazsa
ayrıcalığa çok az bir yarar sağlarlar- zaten insanlar kendilerine yönelik ayrımcılığın olduğu bir
rejimi niye seçsinler ki. Şüphesiz gerçek dünya da, insanlar alternatif rejimler arasında bu
kadar rahat bir seçim yapamazlar. Yine de, eğer hareket için engeller varsa, var olduğu
ölçüde, insanlar sömürülebilir ve ayrıcalık için uğraş olası bir anayasal strateji haline gelir.
Bununla beraber, bu stratejinin anayasal değişim sürecine uygulandığı ölçüde, toplumlar
kamu tercihi teorisyenlerinin “rant arayışı” adı altında çokça tartıştıkları şey yüzünden eziyet
çekerler(Brennan and Buchanan, 1985: 121).
İnsanların paylaşılan anayasal çıkarlarını nasıl etkili bir şekilde gerçekleştirebilecekleri
ve refah azalışı ile ayrıcalıklar için karşılıklı yıkıcı rekabeti engelleyecek şekilde anayasal
seçim ve anayasal reform sürecinin nasıl organize edilebileceği konusu anayasal politik iktisat
araştırmalarının temel sorularından biri olarak kalır. Son olarak, ayrıcalıklar olmaksızın bir
ekonomik anayasanın nasıl kurulacağı sorunu, anayasal politik iktisat ile birçok ortak noktası
bulunan bir araştırma programı olan Alman Ordoliberalisminin de temel sorunlarından birini
oluşturduğundan bahsetmek gerekir(Vanberg 1991).
KAYNAKLAR
Brennan, Geoffrey and James M. Buchanan(1985), The Reason of Rules – Constitutional
Political Economy, Cambridge: Cambridge University Press.
Buchanan, James M.(1977), Freedom in Constitutional Contract, College Station: Texas A &
M University Press.
Buchanan, James M.(1979), What Should Economists Do?, Indianapolis: Liberty Press.
Buchanan, James M.(1987), Economics-Between Predictive Science and Moral Philosophy,
College Station: Texas A & M University Press.
Buchanan, James M.(1991), The Economics and the Ethics of Constituonal Order, Ann
Arbor: University of Michigan Press.
Buchanan, James M. And Gordon Tullock(1962), The Calculus of Concent-Logical
Foundations of Constituonal Democracy, Ann Arbor: University of Michigan Press.
Hayek, Friedrich A.(1973) Law, Legislation and Liberty, vol. 1, London: Routledge & Kegan
Paul.
Knight, Frank(1982), Freedom and Reform, Indianapolis: Liberty Press.
Rawls, John(1971), A Theory of Justice, Cambridge, MA: Harward University Press.
Smith, Adam(1981), An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations,
Indianapolis: Liberty Classics.
Vanberg, Viktor J.(1991), “Review of” Ordo-*Jahrbuch für die Ordnung von Wirtschaft und
Gesellschaft”, Constituonal Political Econumy, 2, 397-402.
Vanberg, Viktor J.(1994), Rules and Choice in Economics, London: Routledge.
Vining, Rutledge(1984), On Appraising the Performance of an Economic System, Cambridge:
Cambridge University Press.